- Yazar: Okuryazar Editöryal
- Kategori: Kitap
- Etiketler: Albert Camus, Yabancı, Nobel Edebiyat ödülü, Albert Camus Yabancı Kitabı, Yabancılaşma, Saçma Felsefesi, Depresyon, Bunalım, Dursun Akyüz
- Bu yazı Okuryazar’a 3 yıl önce eklendi ve şu anda 0 Yorum bulunmaktadır.
- Gösterim: 1511
Albert Camus ve Yabancı Eseri
Albert Camus yabancı eserinde bir insanın başından geçenleri yüzeysel olarak anlatır. Ancak roman derinlemesine incelendiği zaman romanın kahramanı Meursault'ün hayat karşısında çaresizliği ve hayatı anlamlandırma arayışı içinde karşılaştığı kimlik problemi okuyucuların dikkatini çeker. Sosyal bir varlık olan insan, toplumsal boyutta ” kim ” olduğunu bilmemesinden kaynaklı bir yabancılaşma yaşar. İnsanı derin bir yalnızlığa iten bu paradoks insanı toplumdan ötekileştirerek bireyin topluma, kendine ve hatta dine yabancılaşmasına neden olur. İnsanın modernleşen hayatın beraberinde getirdiği ruhsal problemlere dini çözümler bulamaması, metafizik boyutta kişiyi bunalıma götürür.
Bunalım (depresyon) kişiyi kimlik zayıflığına sürüklediği gibi toplumsal değerlerden de uzaklaşmasına neden olur. Bu uzaklaşma kişinin şizofrenik bir parçalanmaya sürüklenmesi anlamına gelir. Modernleşen zamanın beraberinde getirdiği kimliksiz bireyler, paramparça olmuş insanların sebebi ve sonucudur. Kişinin topluma olan yabancılaşmasının altında hayatın absürd (saçma) olduğu felsefesi yatar. Yabancı adlı eserde bu felsefe ile karşılaşırız. Depresyon, dini çıkmazlar, kimlik karmaşası ve kişinin hayata ve kendine kayıtsız kalması. Romanın kahramanı Meursault'nün sosyal boyutta yabancılaşması romanda gözler önüne serilir. ” Yabancı” odaklı bir bakış açısı ile hayat ve ölüm unsurları romanda gözükür. Modern hayattaki modern insanın kimlik kargaşası "Yabancı" adlı eserde usta yazar Albert Camus tarafından ele alınır.
Yabancı eseri 1942 yılında Albert Camus tarafından yayınlanan ve kendisine Nobel edebiyat ödülünü kazandıran yapıttır. Roman hayatın anlamsızlığı üzerine bir başyapıttır. Birey hayata karşı direnmeyen ve hayatın anlamsızlığı karşısında durur.
Kimlik Olgusu
İnsan, topumun kendisine direttiği normları benliğinde eriterek yeni bir kimlik kazanır. İnsanın kimlik kavramı temelinde toplumun içsel birikimi çok önemli bir yer teşkil eder. Kimliğimiz toplum içindeki profilimizdir. Toplum içinde kimlik sahibi olmak isteyen insan, bireyselleşme sürecinde toplumun içinde bir yere sahip olmak ister. Bireyselleşme, kendini yetiştirme ve kendini yetiştirdiği alanda topluma bir değer katabilmektir. Ancak modernleşme ile birlikte birey, toplumun belli alanlarında kendisi hakkında karar vermesi gerekir. Bu da beraberinde kişiye ” kimlik ” algısında bazı sorumluklar yükler. Modernleşme ile birlikte kişinin bu ekstra sorumluluğu onun kimlik oluşumu için bir engeldir. Birey, kimlik üretme çabasında başarısızlıkla karşılaştığı zaman bireyin kendine yabancılaşması da başlar. Modernleşmenin tetiklediği bu psikolojik hareketler Yabancı eserinde de gözler önüne serilir.
"Edebiyat, her şeyden önce toplumsal olayların kanıtı ve tanığıdır." Lewis Coser
Yabancı Eserine "Varoluşçuluk" Üzerinden Bakmak
Birey kimlik oluşumuna paralel olarak, varlığı anlamlandırma sorunu ile karşı karşıya gelir. İnsan olmanın beraberinde getirdiği sorumluklar ile birlikte, bir hayata bir anlam vermek ister. Varoluşun ölümle sonuçlandığı görn birey, hayatı anlamlandırma çabasında kıskaca girer. Meursault bu kıskacı şu cümleyle özetler “Ölümle biten bir hayat, saçmadır, evet. Bunda kuşku yok. Ama yaşam ölümle bitiyor diye kopacak mıyız, gözümüzü, yüreğimizin kapılarını bu yaşanası dünyanın güzelliklerine, bunlar yanında insanların acılarına çaresizliklerine?”
Kendi seçimi olmadan kendisine verilen hayatın yine kendisinin izni olmadan alınması sonucu ortaya çıkan ikilem, hayatı saçma bir hale getirerek trajik bir duruma sokar. Birey bu trajediden kurtulmak için bazı soruların cevaplarını aramaya başlar. Bu arayışta tek değişmeyen cevap ise ölümdür. Bu cevap, bireyi zihinsel ve ruhsal boyutta çıkmaza sürekler. Bu açından insanın dünyanın çekiciliği ve ölüm gerçeği arasındaki mücadelesi saçma bir anlam kazanır.
Ölüm gerçeği ile yüzleşen Meursault, ölümle hesaplaşmaya başlar
“Ama herkes bilir ki, hayat yaşamaya değmez. Aslına bakarsanız, insan ha otuzunda ölmüş ha yetmişinde, pek önemli değildi. Çünkü her iki halde de, pek doğal ki, başka erkekler de, başka kadınlar da yaşayacaklardı, hem de binlerce yıl. Sözün kısası, hiçbir şey böylesine açık değildi…”
Yabancılaşma
Kişinin yabancılaşması öncelikle kişinin düşünce boyutunda ortaya çıkar.
Toplumun ortak değerlerin uymayan bireyler bir araya gelerek toplumun değerlerinde bir yara oluşturur. Toplumun kendi değerleri yaşanan çatışma bireyin ” ben ” olgusuyla problemler yaşamasına neden olur. İnsani değerlerin unutulup toplumsal değerlere verilen önemin artması yabancılaşma sorunun çıkış noktasıdır.
Modernizm, saçmalık ve yabancılaşma kavramlarını insanlarla yüzleştirmiştir. Artık ortak bir kader olan yabancılaşma kavramı etkisizlik, ilgisizlik ve yalıtılmış kavramları ile eş değer anlamdadır. Yabancılaşma, modernizm ile birlikte robotlaşan bireylerin en büyük problemlerinden biridir.
Modernizm beraberinde ” yabancı ” terimini de getirmiştir. İnsanların bir çoğu modern dünyanın zorlukları karşısında yalnızlaşır ve bir vurdumduymazlık sürecine girer. Romanımızın kahramanı Meursault, işlediği cinayet karşısında vurdumduymazdır. Kendi geleceğini derinden etkileyecek sorgu esnasında bile tembel davranır.
“Benim de herkes gibi olduğumu, tamı tamına herkes gibi olduğumu ona söylemek istiyordum. Ama bütün bunların aslında hiçbir yararı yoktu. Tembelliğim tuttu, söylemekten vazgeçtim.”
Modern çağın insanın en büyük korkusu olan ” yabancılaşma ” kavramı edebiyat tarihi boyunca birçok yazar tarafından ele alınmıştır. Özellikle Albert Camus gibi 20. yüzyılın en önemli yazarının eserinde insanlar içinde yabancılaşma kavramı çok aşırı bir şekilde gözlemlenmektedir.
Yabancılaşma psiko-sosyal hastalık olduğu gibi aynı zamanda kişide hiçlik duygusu baş gösterir. Etrafında olup bitenlere karşı soğukluk başlar. Bu soğukluk eserde kendini hemen gösterir. Kahramanımız Meursault, hepimiz için en önemli değer olan Aileyi bile hiçe sayar. Kendisiyle evlenmek isteyen Marie'ye bile ters ve soğuk davranışlarda bulunur.
“O zaman, Marie,'evlilik ciddi bir şeydir' dedi. Ben de ‘değildir' diye karşılık verdim. Bir an sustu, bana sessiz sessiz baktı.”
Marie'nın beni seviyor musun? sorusuna:
“Bu anlamsız bir şey, ama sanırım sevmiyorum.”
Hatta bakımevinde hayatını kaybeden annesini bile görmeye zoraki giden kahramanımız annesini son defa görmek istemez.
“'Tabutu kapamışlar ama annenizi görmek isterseniz açayım' dedi. 'Hayır' diye karşılık verdim.”
Hayatın anlamsız olduğunu düşünen kahramanımız aynı zamanda toplumun değer yargılarının anlamsız olduğunu düşünür ve topluma karşı yabancılaşır.
Meursault'nün annesinin cenazesinde ağlamaması ve cenazeden sonra kız arkadaşı ile sahile gidip eğlenmesi onu yargılayan savcı tarafından toplumun değerlerin gösterilmiş bir saygısızlık olarak algılanır.
“İnsanların ruhunu koruyan ahlak ilkelerinden bir teki bile kapısına uğramamıştır.”
Savcı
Zamanın etki altına aldığı birey, temel içgüdü olan varoluş mücadelesi içinde yabancılaşma olgusunu benliğinde iyice hissetmeye başlar. Hele ki baskıcı bir sosyal düzende yabancılaşma sosyal boyutlara kadar ilerler.
Varoluşçu akımının en önde isimlerinden Albert Camus, insanın dünyaya geldikten sonra kendi özünü oluşturduğunu ve bu süreçte kendisine yol gösterecek olanında yine insanın kendisi olduğunu savunur. İnsan bu süreçte özgür olmak durumundadır. Bireycilik özgür olma durumunda esastır. Çünkü bireyin özgür olabilmesi ve varlığını devam ettirebilmesi için toplumdan sıyrılması gerekir. Bu düşüncelere sahip olan Albert Camus aslında eserin kahramanı ile kendini anlatmaktadır.
Albert Camus, kişinin topluma ve kendisine olan yabancılaşmasını diyaloglar arasındaki karmaşıklığa bağlar. Diyalogların bir parçalanmasıdır bir nevi. Her insan duygularını, üzüntülerini ve düşüncelerini diyalog yoluyla sağlar. Ancak modern hayatın bizde sonuç olarak etkisini gösterdiği ” tereddüt ” duygusuyla birlikte insan diyaloglarını kurarken bir parçalanmışlık içine girer. Romanımızın kahramanı Meursault bu parçalanmışlığı eserin her safhasında belli eder. İşlediği cinayetten sonra bile şu cümleleri sarf eder.
Pişmanlık hissetmeyen Meursault, yabancılaşmanın sonucu olan trajediyi dile getirir: “ Ölmüşse artık beni hiç ilgilendirmezdi. Ölümümden sonra insanların artık benimle hiçbir alışverişi kalmıyordu.”
Meursault ölümün sıradan bir olay olduğunu düşünür. Bu durum insanın ölüm karşısındaki çaresiz olduğunu ifade eder. Meursault'ya göre, Ölüm doğum karşısında bize verilen bir borçtur. Meursault ölüm karşısında kayıtsızdır. Kayıtsızlık insan çaresizliğinin bir ifadesidir.
Meursault sahilde bir Arap'ı öldürmüş ve mahkemede kendisine neden Arap'ı öldürdüğü sorusuna ‘Buna sıcak neden oldu' diye karşılık verdim.” diye cevap vermişti. Halbuki kendisine bıçak çeken Arap'ı kendisini savunmak için öldürdüğünü söyleyebilirdi. Savcıya söylediği bu cümle aslında cinayeti kasıtlı işlemediği anlamına gelir. Çünkü hiç bir plan yapmamıştır ve cinayeti saçma sapan bir nedenden dolayı işlemiştir. Hatta Arap'a öldükten sonra bile 4 el daha ateş etmiştir. Yaşanan bu saçma olay Albert Camus'ün absürd felsefesinden kaynaklanır.
Artık Meursault hayatının kalan zamanlarını hapiste geçirecektir. Ölümü hapishanede bekleyecektir. Artık ölümü bekleyen Meursault hayata dair tüm ümitlerinden vazgeçer. Ona göre insan ölüme boyun eğer. Bir insanın yirmisinde yada sekseninde ölmesi arasında hiç bir fark yoktur.
Albert Camus , eserlerini absürd kavramı üzerine kurar. Camus'ye göre, insanın mutlak kaderinin ölüm olduğu dünya yaşamı saçmadır ve bu saçmalık gerçeği karşısında insan özgür bir ruh haliyle yaşamalıdır. Ölüm hayatı saçma haline getirebilir ancak kişinin kendi seçtiği yol ve kader saçma olmayabilir. Tüm bu anlayışlar Meursault'nün ölümü seçmesini ve ölümden kaçamayacağını düşünmesini açıklar.
“Sanki bütün yaşamımda, kendimi haklı çıkarmak için bu dakikayı şu şafak vaktini beklemiştim. Hiç, hiçbir şeyin önemi yoktu ve bunun niçin böyle olduğunu biliyordum.”
Meursault'ya idam cezası verilmiştir. İdam cezasının nedeni işlediği cinayet değildi aslında. Mahkeme heyeti, her ne kadar Meursault kendimi savundum demese de cinayetin nefsi müdafaa için işlendiğini biliyordu. İdam kararının bilinmeyen nedeni annesinin cenazesinde ve sonrasında yaptıklarıydı. Bu durum karşısında Meursault‘nün avukatı mahkeme heyetine şu soruyu sorar: “Bu adamı anasını gömdü diye mi, yoksa bir adamı öldürdü diye mi suçluyoruz? Anlayalım!” Saçmalık felsefesi romanda ” suç ” kavramı üzerinden el alınır. Yazar bunu bilinçli olarak yapar çünkü hayatın saçma olduğu bir dünyada neyin doğru ve neyin suç olduğunu sorgular.
“Çünkü, başkan, bana tuhaf gelen bir biçimde, Fransız ulusu adına, bir meydanlıkta başımın kesileceğini söyleyiverdi.”
Meursault, toplumun kültürel değerlerine aykırı hareket etmesini hayatıyla ödeyecektir. Kahramanımızın toplum normlarına yabancı oluşu roman isminin ” Yabancı ” olmasıyla birebir örtüşür.
İdam cezasından sonra Meursault papaz ile görüştürülür. Papaz ile arasında geçen görüşmede kahramanımızın hiç bir dine inanmadığı anlaşılır. Hayat absürd olduğu için ona göre yaratıcı bir varlık yoktur. Ölüm herkesi bekleyen bir gerçek olduğu için hayat anlamsızdır ve herkes aynı ölçüde suçludur. Söz konusu yabancılaşma kavramı din için de geçerlidir.
“Değil mi ki insan ölecekti, öyleyse bunun ne zaman, nasıl olacağı pek önemli değildi.”
Toplumun dini değerleri ile Meursault'nün değerleri birbirleri ile çatışma halindedir. Meursault'nün karşısında savcı ve papaz bulunmaktadır. Bunlar onun için zıt kutup anlamına gelmektedir. Çatışma karakterler arasında da gözlemlenmektedir. Albert Camus'ya göre saçmalık, yaratıcı bir varlığın olmayışından kaynaklanır. Din, insanların toplum içinde ilişkilerini şekillendiren soyut bir kavramdır. Kişiyi topluma yakınlaştırır ya da toplumdan uzaklaştırır.
Saçma felsefesinden esinlenerek yazılan bu eser, yabancılaşmanın toplum ve hayat içindeki göstergelerini çok iyi yansıtmaktadır. Psikolojik açıdan bakıldığı zaman bu durum kimlik yitimi, ümitsizlik ve kişiliksizlik olarak adlandırılır. Tüm bu bozukluklar beraberinde yalnızlık duygusunu beraberinde getirir. Yalnızlık bireyi tıpkı Meursault karakterinde olduğu gibi başıboş ve vurdumduymaz bir hayata sürekler. Birey hayattan silikleşir. Modern hayat ile kutuplaşma olduğu için birey yabancılaşma evresine girer.
Yazan: Dursun Akyüz
Beğen ve Yorum Yap
Bu Yazının Yorumları
Mustafa Atagün- 1 hafta önce
Emre Bağce- 1 ay önce
Hasan Aybars Arslan- 2 ay önce