Okuryazar / Dergi / Bir hastane hikâyesi yazısını görüntülemektesiniz.
  • Yazar: Okuryazar Editöryal
  • Kategori: Sağlık
  • Etiketler:
  • Bu yazı Okuryazar’a 4 yıl önce eklendi ve şu anda 0 Yorum bulunmaktadır.
  • Gösterim: 728
0 kişi bu yazıyı beğendi
Beğen
Bir hastane hikâyesi

Bir hastane hikâyesi

Bu yazının konusunu oluşturan öykü, bir nisan gecesinde 10-12 kez kusan, şiddetli karın ağrısı çeken sekiz yaşındaki oğlumu, ertesi sabah özel bir hastaneye götürmemizle başladı. Yapılan tetkikler (kan, idrar, ultrason tahlilleri) sonucu apandisitinde büyüme olduğu gerekçesiyle çocuk cerrahisi olan bir hastaneye sevkine karar verildi. Bunun üzerine, oğlumuzu hızla bir devlet üniversitesinin çocuk cerrahisi bölümüne ulaştırdık. Tabelalarla yön bulmanın neredeyse imkânsız olduğu hastane kampüsünde, etrafa sora sora yolumuzu bulduk. İlk şoku çocuk cerrahi polikliniğindeki hasta kalabalığını görünce yaşadık. Kimi Ş.Urfa'dan kimi Batman'dan kimi Çankırı'dan, velhasıl İstanbul ve Anadolu'dan onlarca hasta kapıda birikmiş, çaresizliğin verdiği sükûnetle, içerideki tek doktorun çocuklarını muayene etmesini bekliyorlardı. Apandisti her an patlayabilecek, ağrıları artarak devam eden oğlumu daha fazla bekletmemek için, kapıdaki hemşireye durumun aciliyetini anlatma çabalarım maalesef sonuçsuz kaldı. Bir süre sonra içerden beyaz önlüklü biri dışarı çıktı ve -kapının önünü kapattıkları için- bizim de içinde olduğumuz hasta yakınlarını azarlamaya başladı. Bunun üzerine ben de oğlumun apandisitinin her an patlayabileceğini, acil bir durumu olduğunu anlatmaya çalıştım. Tabi ki dinlemedi ve beni tersleyerek uzaklaştı. Bir süre sonra içerdeki hemşire nihayet durumun acil olduğuna ikna olmuş olmalı ki bizi (oğlum, eşim ve ben) içeri aldı. Az önce tartıştığım doktor, ayağına gelmiş olmamdan haz duyar bir görüntü içinde, en küçük bir insani (geçmiş olsun, buyurun vb.) tepki vermeden, koltuğa kaykılmış vaziyette oturarak, alay eder gibi “niye özel hastaneye gittiniz, niye buraya geldiniz, nerelisiniz” gibi bize anlamsız sorular sormaya başladı. Doktor, ne bize ne de 8 yaşındaki çocuğa en küçük bir insani yakınlık göstermeden, biraz önce yaşadığımız tartışmanın intikamını alır gibi yaptığı, muayeneden sonra istediği bazı tetkikleri yapmak üzere dışarı çıktık. Öğlen başlayan Cerrahpaşa maceramızın üzerinden yaklaşık üç saat geçmişti. Kan tahlilleri ve ultrason için, aralarındaki mesafe 600-700 metreyi bulan üç ayrı yere apandisti her an patlayabilecek, ağrıdan kıvranan oğlumla birlikte uğradıktan sonra, nihayet çocuğu hastanede yatırmayı başarabildik. 18.00'e doğru tahlil sonuçlarını alıp bölüme gittiğimde içeri giremeyeceğim, sadece kapıdan eşime teslim edebileceğim söylendi. Kapıdaki saatlerce bekleyişim de böylece başlamış oldu. Oğlum ve eşim, iki hasta çocuk ve annelerinin de bulunduğu -benim sonradan görebildiğim- çocuk cerrahi kliniğindeki 7-8 metrekarelik daracık bir odada kalmaya başladılar. Kapıda onlarca hasta çocuk ve tedirgin yakınlarıyla birlikte beklemeye başladım. Doktorlardan oğlumun durumunu öğrenme çabalarım maalesef ya terslenerek ya da bilgiden uzak, kısa cevaplar verilerek püskürtüldü. Sekiz yıldır gözümüzden bile sakındığımız oğlumuz az ötede ağrıdan kıvranarak yatıyor ve ben onu teselli etmek için ne yanına gidebiliyor ne de doktorlardan sağlıklı bir bilgi alabiliyordum. İşleri başlarından aşkın, “cool” ve Antik Yunan'ın yarı tanrıları gibi kimselere yüz vermeyen uzman ya da asistan doktorların, bütün gece benim de içinde olduğum hasta yakınlarının yanından ilgisizce geçip gidişlerini seyrettim. Çocuğun ve eşimin ihtiyaçlarını telefonla öğrenip, güvenlik personeli vasıtasıyla ulaştırma çabalarım bütün gece devam etti. Sabah erken saatlerde doktorların ameliyat kararı verdiğini öğrendik. Çocuğumuzu, moral vermeye çalışarak ameliyathaneye uğurladık. Parmağı kanasa canımızın yandığı oğlumuz içerdeydi ve ben onun ne ameliyatı olacağını, ameliyatı kimin yapacağını, ameliyatın ne kadar süreceğini hâlâ bilmiyordum. Ameliyathaneye girmek üzere koridordan geçen ve bizi tanıyan birkaç doktor da maalesef yüzümüze bile bakmadan bizi çaresizliğimizle baş başa bırakıp ameliyathaneye girdiler. Biraz sonra içeriden çıkan bir anestezi hekimi her şeyin yolunda olduğunu, merak etmememizi söyleyip moral verdi. Bu konuşmayı yapan hekim, o saate kadar hastanede bizi insan yerine koyan belki de ilk kişiydi. Ameliyathaneden oğlumuzun çıkışı sonrası sedye üzerinde, iki çocuk ve annesinin bulunduğu küçük bir odaya geldik ve yatağına yatırdık. Yarı uyanık haldeki çocuğumuzu uyandırmaya ve bedenini temizlemeye yeni başlamıştık ki içeri bir grup hekim girdi. Ben herhalde bilgi vermeye geldiler diye düşünürken başlarındaki hocanın “çıkın dışarı” sözüyle irkildim. Şaşkınlıktan donakalmışken arkasındaki -daha önce bizi tersleyen- asistan emri tekrar etti: “Çık dışarı!” Olanlara bir anlam veremeden çocuğumun sağlığını düşünerek dışarı çıktım. “Geçmiş olsun, çocuğunuz iyi, merak etmeyin.” gibi insani bir cümle duymayı beklerken, nedenini anlayamadığım bir duyarsızlık içindeki hekimler tarafından eşimin yanında azarlanmış, ameliyat sonrası sadece beş dakika görebildiğim evladımın yanından kovulurcasına uzaklaştırılmıştım. Dışarı çıktım, dönüp hak ettikleri cevabı vermekle çocuğumun sağlığı için susmak arasında kalmış bir halde, hastane kantinine indim. Kantinin girişinde bir tartışma vardı. Tartışma, yoğun bakımda yatan 19 yaşındaki oğlunu, 75 gündür sandalyeler üzerine serdiği minderlerde yatarak bekleyen bir anne ile görüntü kirliliği yarattığı gerekçesiyle, minderleri kaldırmak isteyen hastane görevlileri arasındaydı. Bu sırada hastane müdürü olduğunu söyleyen bir yetkili geldi ve gayet kibar bir şekilde dertli anneyle ilgilendi. Biraz sonra anneye olan ilgisi ve nezaketinden de cesaret alarak hastane müdürüne ben de yaşadıklarımı anlattım. O da ilgilendi ve beni çocuk cerrahisinin sorumlu hocasıyla görüştürmeyi teklif etti. Kabul ettim ve birlikte bölüme çıktık. Bir odaya girdik ve sorumlu hocaya derdimi anlattım. Hasta yakınlarını aşağılamaya hakları olmadığını, ameliyat sonrası odadan kovulmamın insanca olmadığını, burada keyfi bulunmadığımızı, bir mecburiyetin bizi buralara getirdiğini –çocuğuma ve eşime kötü davranmaları ihtimaline karşı sözlerimi olabildiğince yumuşatarak- aktardım. O da hekimlerin ne kadar çok çalıştığından, bir yanlışlık olabileceğinden bahsedip -sık olmamak kaydıyla- çocuk hakkında bilgi alabileceğimizi söyledi. Konuşma bitti ve dışarı çıktım. Tuhaf bir şekilde bana “çık dışarı” diyen hocanın az önce derdimi anlattığım hoca olduğunu ise neden sonra fark ettim. Sonraki üç günü çocuğumu koridorun açık kapısından görmeye, ihtiyacı olan bazı hasta yakınlarına yardımcı olmaya çalışarak, arabada yatarak, insanın içeri adım atmaya çekineceği pislik içindeki tuvaletlerini kullanarak geçirdim. Pazar günü yani beşinci günün sonunda taburcu olduk. Anadolu'nun dört bir yanından gelmiş, doğuştan idrar kesesi olmadığı için bedeninden bir hortumla idrarını atmak zorunda olan Diyarbakırlı kız çocuğunu, akciğerinde kanserli kitle tespit edilen Şanlıurfalı sekiz yaşındaki erkek çocuğunu, vücutlarından hortumlar sarkan bebekleri, onların dertli, acılı, gariban ve adam yerine konmayan, küçük de olsa bir morale ihtiyaç duyup da her fırsatta aşağılanan anne ve babalarının hayatım boyunca unutamayacağım görüntülerini arkamızda bırakarak hastaneden ayrıldık. Amacım asla hekimleri ve hastaneyi kötülemek değil. Çünkü hasta yoğunluğundan hekimlerin nasıl gayri insani şartlarda çalıştığı, hastanenin fiziki ve sosyal imkânlarının yetersizliği de bir başka acı gerçek. Bir hasta yakını olarak beş günde gördüğüm bir başka gerçek şu ki; bazı hekimler hastalığa odaklanıyor, hastanın ve yakınlarının “insan” olduğunu unutuyor. Hastaların ve yakınlarının onlardan beklentileri çok büyük değil aslında: Kısa da olsa küçük bir açıklama, bilgilendirme. İşin tıbbi yönüne hasta ve yakınlarının vâkıf olması zaten mümkün değil. Gerek de yok. Hasta yakınlarının beklentisi küçük bir bilgi kırıntısı, bir gülümseme ve insan yerine konulduğunu hissetmekten daha fazla değil. Bazı hekimlerin şunu görmesi gerekiyor: İnsanların size muhtaç olması, sizin mesleğinizin kutsiyetini artırabilir ama sizi yarı tanrılar haline getirmez; sizin onlardan daha akıllı, değerli olduğunuz anlamına gelmez. Size, hasta ve yakınlarını aşağılama hakkı vermez. Mesleğinizi icra ederken karşılaştığınız hiçbir sorun, size insanlara insanca muamele etmekten vazgeçmenizin bahanesi olamaz. Bu eleştirilerimi hak etmeyecek, insan hayatı için canla başla çalışan sağlık çalışanlarını tenzih ederek, herkese sağlıklı günler diliyorum.  
Beğen ve Yorum Yap
Sosyal Mecralarda da paylaşmayı sakın unutma :)

Bu Yazının Yorumları

Son Yorumlar

Emre Bağce- 2 hafta önce

Çok güzel ezgilerimiz var, toplum olarak gençlerimi...Tükenmek Bilmiyor Kara Günlerim...

Hasan Aybars Arslan- 1 ay önce

Mimarinin dehası demek Bruna Taut için daha doğru b...İnsanî mimarinin İstanbullu ust...

Hasan Aybars Arslan- 1 ay önce

İnsanoğlunun hırsının sınır tanımazlığı. En büyük o...Dünyada Yüksek Bina Yarışı
Daha Fazlasını Gör