- Yazar: Okuryazar Editöryal
- Kategori: Edebiyat, Hikaye / Öykü
- Etiketler:
- Bu yazı Okuryazar’a 4 yıl önce eklendi ve şu anda 0 Yorum bulunmaktadır.
- Gösterim: 498
Palto
Bir bakanlıkta... Ama hangisinde olduğunu söylemeyeyim daha iyi. Dünyada, bütün bakanlıklarda, alaylarda, dairelerde çalışanlar gibi, kısacası şu memur tayfası gibi alıngan insan yoktur. Bugün iş o dereceye vardı ki, birisi bir aşağılamaya uğramaya görsün, bütün topluluğun aşağılandığını söylüyor. Anlattıklarına göre, bir polis başkomiseri, hangi kentten olduğunu unuttum, geçenlerde gönderdiği bir dilekçede, hükümet buyruklarının asla göz önünde tutulmadığını, devletin kutsal adının küçük görüldüğünü açıkça kanıtlıyormuş. Sözlerine kanıt olarak da bir romantik yapıtın kocaman cildini dilekçesine eklemiş; bu kitapta, her on sayfada bir başkomiser görünüyormuş, hem de kimi yerlerinde zil zurna sarhoş olarak. Bu yüzden tatsız bir olay çıkmasın diye, sözü geçen bakanlığa, bir bakanlık deyip geçeceğiz.
Evet, bir bakanlıkta çalışan bir memur vardı; pek göze çarpmayan bir memur; boyu kısa, yüzü hafif çiçek bozuğu, kızılımsı, hafif çipil gözlüydü; kafasının küçük bir kısmı çıplak, iki yanağı da kırışıklar içinde, yüzü, kara-sarı denilen renkteydi. Ama ne çare, kabahat, Petersburg'un havasında. Rütbesine gelince (çünkü bizde her şeyden önce rütbeye bakılır); yaşamda görüp göreceği rütbe, yazıcılıktı (9); dişli olmayanlara yüklenmeyi seven yazarların bol bol alaya aldıkları yazıcılardan biri. Soyadı İskarpinoğlu'ydu. Bu adın iskarpinden geldiği besbelli; ama ne zaman, nasıl geldiği bilinmiyor. Aslına bakılırsa babası, büyük babası, yeğeni bile, yani bütün İskarpinoğulları çizme giyerler, yalnızca yılda üç kez çizmelerine pençe vurdururlardı. Öz adı Akakiy Akakiyeviç'ti. Okuyucuya bu ad, biraz garip, biraz özentili görünebilir, ama inanır mısınız, bu ad öyle uzun boylu aranmış değildir. İş öyle bir çıkmaza girdi ki, ona başka bir ad vermeye olanak olmadı. Bakın bu, nasıl oldu: Akakiy Akakiyeviç, martın yirmi ikisini yirmi üçüne bağlayan gece doğmuştu. Bir memur karısı, çok iyi bir kadıncağız olan rahmetli annesi, çocuğuna yolu yordamınca bir ad koymaya hazırlanıyordu. Anne, henüz kapının karşısındaki yatağında yatıyor, sağında çok iyi bir adam, senato düzelticilerinden, çocuğun vaftiz babası İvan İvanoviç Yeroşkin ile vaftiz annesi, mahalle polisinin eşine az raslanır iyi bir kadın olan karısı Arina Semiyonovna Belobruşkova duruyordu. Loğusaya üç addan birini beğenip seçmesini, çocuğa ya Mokkiya, ya Sosiya, ya şehit Hozdazata adını vermesini söylediler. Rahmetli, epey düşündükten sonra, "Hayır, bu adlar bir tuhaf!" dedi. Ona bir ad beğendirmek için takvimin başka bir yerini açtılar; üç ad daha çıktı: Strifiliy, Dula, Varahasiy. Bunları işitince kadıncağız, "Nedir bu bizim çilemiz," dedi, "Ne biçim ad bunlar, vallahi yaşamımda böylesini ne gördüm, ne işittim. Varadat ya da Varuh olsa neyse, ama Trifiliy, Varahasiy de ne oluyormuş!" Takvimden bir yaprak daha açtılar, şu adlar çıktı: Pavsikahiy, Bahtisiy. Kadın, "Eh, elden ne gelir," dedi, "Talihimize küselim. Öyleyse, varsın babasının adını taşısın. Babası Akakiy'di, oğlu da Akakiy oluversin?" Böylece Akakiy Akakiyeviç ortaya çıktı.
Çocuğu vaftiz ettiler; bu arada çocuk, sanki ileride yazıcı olacağını sezmiş gibi, öyle bir çığlık kopardı, yüzünü öyle buruşturdu ki, sormayın. İşte bütün bu işler böylece olup bitti. Bütün bunları, bu işin ister istemez böyle olduğunu, çocuğa başka bir ad koymanın olanaksız olduğunu okur görüp öğrensin diye anlatıyoruz. Ne zaman bakanlığa girdi, onu işe kim yerleştirdi, bugün bunları kimse anımsamıyor. Birçok müdür, birçok memur değişti, onu hep aynı yazıcılıkta buldular. En sonra şuna inandılar ki, o üniformasıyla, dazlak kafasıyla bu iş için tümüyle hazır olarak dünyaya gelmişti. Bakanlıkta onu kimse saymazdı. Odacılar, o geçerken ayağa kalkmak şöyle dursun, sanki koridordan bir sinek uçuyormuş gibi, yüzüne bile bakmazlardı. Üstleri ona karşı soğuk, sert davranırlardı. Herhangi bir ikinci yazıcı, öyle incelik gözetilen dairelerde olduğu gibi, "Lütfen temize çekin," ya da "Meraklı, hoş bir iş değil mi?" gibi tatlı sözler söylemeden karalamaları önüne atardı. Akakiy Akakiyeviç de kimin verdiğine, vermeye yetkisi olup olmadığına bakmadan bunları alır, hemen temize çekmeye koyulurdu. Gençler olanca memur zekâlarını kullanarak onunla alay ederler, yanında kendisiyle yetmişlik ev sahibi kadın için uydurdukları öyküleri anlatır, kadından dayak yediğini söylerler, ne zaman evleneceklerini sorarlar, başına kar diye kâğıtlar serperlerdi. Ama Akakiy Akakiyeviç, sanki karşısında kimse yokmuş gibi ağzını açıp da tek söz söylemezdi; dahası, çalışması üzerinde bunların hiçbir etkisi olmazdı; bu hayhuy arasında, bir tek yanlış yapmadan, boyuna yazardı. Yalnızca alaylar çekilmez bir dereceye varınca, elini itip işine engel oldukları zaman, "Bırakın beni Allahaşkına, ne diye bana eziyet ediyorsunuz." derdi. Bu sözleri söylerken de sesinde garip bir şey duyulurdu. Bu sözlerde öyle içe dokunan bir eda vardı ki, daireye yeni girmiş olan ve arkadaşlarına uyup onunla alay etmeye kalkışan genç bir memur, bu sözleri işitince, yıldırımla vurulmuşa dönmüş, o zamandan sonra da gözünde her şey değişmiş, bambaşka bir anlam kazanmıştı. Anlaşılmaz bir güç, onu, ilk tanıştığı zaman ince, kibar sandığı arkadaşlarından uzaklaştırmıştı. Aradan uzun zaman geçtikten sonra da, en neşeli zamanlarında bile, o ufak tefek, dazlak kafalı memur gözlerinin önüne gelirdi; onun yüreğe işleyen, "Bırakın beni Allah aşkına, niçin bana eziyet ediyorsunuz?" sözlerini işitir gibi olurdu. Bu sözler kimi zaman kulağında, "Ben senin kardeşinim," dermiş gibi çınlardı. Zavallı genç, yüzünü elleriyle kapatır, bütün yaşamı boyunca da insanların ne denli insanlıktan uzak olduğunu, ince, öğrenim ve eğitim görmüş kibar denilen kimselerde; inanır mısınız, soydan namuslu tanınanlarda bile, ne canavarca bir kabalık bulunduğunu görür, tüyleri diken diken olurdu.
Akakiy Akakiyeviç denli memurlukla haşır neşir olmuş bir insan var mıdır bilmem? Büyük bir çabayla çalıştığını söylemek yetmez; aşkla, coşkuyla çalışır, temize çekme işinde değişik bir dünya görürdü. Yazı yazarken yüzünde derin bir hazzın izleri belirirdi; bazı harfler gözdesiydi; bu harflere gelince, kendisinden geçer, gülümser, göz kırpar, dudaklarıyla da kalemine yardım ederdi; denebilir ki, kaleminden çıkan her harf, yüzünde okunabilirdi. Bu canla başla çalışmalarına karşılık ödül alsaydı, kendisi de bu işe şaşadursun, düzelticiliğe bile yükselebilirdi; ama alaycı arkadaşlarının uydurup ikide bir yineledikleri gibi o hep yerinde kalmıştı.
Ancak hiç dikkati çekmediği de söylenemez. İyi yürekli bir müdür, hizmetlerine karşılık onu ödüllendirmek istemiş, kendisine bu küçük temize çekme işinden daha önemlice bir iş verilmesini buyurmuş; bu iş de, başka bir daireye gönderilmek üzere hazırlanan yazıların başlıklarını değiştirmek, bir iki yerde de eylemleri birinci kişiden üçüncü kişiye çevirmekti. Bu iş, onun başını derde soktu, kan ter içinde kalıyor, boyuna alnını siliyordu; en sonunda, "Hayır, hayır, iyisi mi bana bir şey verin de temize çekeyim," dedi. O zamandan beri yazıcılıkta kaldı. Onun için, dünyada, yazıları temize çekmekten başka hiçbir şey olmasa gerekti.
Üstüne başına bakmazdı; üniformasının yeşili kaybolmuş, pas rengi almıştı. Yakası öyle dar, öyle ensizdi ki, aslında uzunca olan boynu daha da uzun görünür, Rusya'da yabancıların başları üzerinde taşıdıkları, kafaları bir ileri, bir geri sallanan alçıdan yapılmış kedilerin boynunu andırırdı. Her zaman da giysisinde ya bir çöp, ya bir saman parçası görülürdü; bundan başka, sokakta yürürken, tam çöp döküleceği sırada pencere altından geçmek gibi, yalnızca ona vergi bir becerisi de vardı; bu yüzden kavun, karpuz kabuklarıyla bunlara benzer abur cubur şeyler, şapkasının üstünden eksik olmazdı. Yaşamında bir gün olsun sokakta olup bitenlere dikkat etmemişti; oysa çoğu kez genç bir memur, gözlerinin keskinliğini öyle ileri götürürdü ki, yoldan geçen birinin ayakkabısının altındaki pantalon bağının çözük olduğunu kaldırımın ta öbür ucundan görür, o anda yüzünde de şeytanca bir gülümseme belirirdi.
Oysa Akakiy Akakiyeviç bir şeye baksa bile, orada yalnızca temiz, düzgün yazısının satırlarını görürdü. Ancak nereden çıktığı bilinmeyen bir at kafası omuzuna yaslandığı, burun deliklerinden yanaklarına doğru güçlü bir soluk fışkırttığı zaman, bir satırın ortasında değil, bir sokağın ortasında olduğunu anlardı. Eve döner dönmez masaya oturur, hiç tadını almadan çorbasını içer, bir baş soğanla bir parça et yer, bütün bunları üzerlerindeki sineklerle, Tanrı'nın o anda gönderdiği türlü şeylerle birlikte yer, yutardı. Midesinin dolmaya başladığını anlayınca, masadan kalkar, mürekkep şişesini alır, eve getirdiği yazıları temize çekmeye başlardı. Bu gibi kâğıtlar yoksa, kendi zevki için yazar, kopyalar çıkarırdı. Kopyasını çıkardığı yazılarda anlatım güzelliğine bakmazdı, yeter ki, bunlar ilk kez ya da önemli bir kişiye yazılmış olsun.
Petersburg'un kurşun rengi göğü büsbütün karardıktan sonra bütün memur milleti, aylığına göre, gücünün yettiği ya da canının çektiği şeylerle karnını doyururdu. Bundan sonra da, dairedeki kalem cızırtılarından, konuşmalardan, kendisinin ve başkalarının gündelik işlerinden ya da daha çalışkan olanların istiyerek yüklendikleri fazla işlerden baş kaldıran memurların, geri kalan zamanlarını hoşça geçirmek istedikleri saat çalmış olurdu; daha eğlence düşkünleri tiyatroya koşarlar, ötekiler çarşıda, örneğin bir şapkaya bakmakla vakit geçirirler. Bir başkası, bir gece toplantısında, küçük bir memur çevresinin yıldızı olan hoş bir kıza tatlı sözler söyleyerek oyalanır. Kimileri de -bunlara daha çok raslanır- üçüncü ya da dördüncü katta bir sofa, bir mutfak ve iki küçük odadan oluşan bir dairede oturan memur kardeşine gider -bu evde biraz modaya uymak kaygısı görülür, birçok özveriyle, yemeklerden, eğlencelerden kesilerek alınan bir lamba ve bunun gibi daha birtakım eşyalar vardır- kısacası bütün memurlar, ahbaplarının apartmanlarına dağılırlar, kapiklik bisküvilerle çay içerler, uzun pipolarını tüttürürler, bir yandan da iskambil kâğıtları dağıtılırken yüksek sosyeteden sızan bir dedikoduyu anlatırlar; bu gibi dedikodulardan, ne hikmetse, Rus insanı bir türlü vazgeçemez. Konuşacak bir şey kalmayınca da, bir memur, Falconnet heykelindeki atın kuyruğunun kesilmiş olduğu konusunda yüzbaşıya anlatılan öyküyü kimbilir kaçıncı kez yineler. İşte herkesin, karınca kararınca eğlenmeyi düşündüğü bir sırada bile, Akakiy Akakiyeviç hiçbir eğlenceye kendisini kaptırmazdı. Hiç kimse onu bir gece toplantısında gördüğünü söyleyemezdi. Kana kana yazı yazdıktan sonra yatağa yatar, ertesi günü düşünerek gülümserdi. Yarın Tanrı temize çekecek kâğıtlar gönderecek ya, sen ona bak. Yılda dört yüz ruble tutan aylığıyla durumuna şükretmenin kolayını bulan bu adamın sessiz yaşamı işte böyle geçerdi; yalnızca yazıcıların değil, düzelticilerin, müdür yardımcılarının, şube müdürlerinin, her türlü danışmanın, kendilerine danışılmayanların bile, yaşam yoluna birtakım yıkımlar çıkmasaydı, büsbütün yaşlanıncaya dek böyle de sürüp gidecekti.
Petersburg'da yılda eline aşağı yukarı 400 ruble geçen insanların amansız bir düşmanı vardır. Vücuda çok yaradığı söylenmesine karşın bu düşman, bizim kuzey ayazımızdır. Bu ayaz, sabahleyin saat dokuzda, sokakların bakanlıklara gidenlerle dolu olduğu bir sırada, tam bu sırada, kimseyi gözetmeden, herkesin burnuna öyle güçlü, öyle kavurucu fiskeler vurur ki, zavallı memurlar, burunlarını nereye sokacaklarını şaşırırlar. Yüksek konumdakilerin bile şiddetli soğuktan alınları sızlar, gözleri yaşarırsa, zavallı küçük memurların acınası durumlarını artık siz düşünün. Onlar tek kurtuluş umuduyla incecik paltoları içine büzülürler, beş altı sokağı koşar adım geçmeye, bakanlık kapısından girdikten sonra da uzun uzun tepinerek, yolda tümüyle donup uyuşmuş olan görev yapma güçlerini, yeteneklerini yeniden işletmeye çalışırlar. Akakiy Akakiyeviç de, her günkü yolunu elinden geldiğince hızla geçmeye çalışmasına karşın, bir zamandan beri sırtının, omuzlarının iyiden iyiye üşüdüğünü duyuyordu. En sonunda, 'Üşümemin nedeni sakın palto olmasın?" diye düşündü. Evde paltosunu iyice gözden geçirdi; omuzları, sırtı, iki üç yerinde, bir yanından öbür yanı görülecek denli incelmişti: kumaş öyle eskimişti ki, soğuğu, rüzgârı hiç tutmuyordu, astarı da lime limeydi. Bu yüzden Akakiy Akakiyeviç'in paltosu, memurların eğlencesi olmuştu; ona o güzel palto adını bile çok görüyorlar, çul deyip çıkıyorlardı işin içinden. Doğrusu bu paltonun şaşırtıcı bir yanı vardı: yakası, diğer kısımlarına yama olarak kullanıla kullanıla her yıl biraz daha küçülürdü, hem bu yamalar, terzinin sanatını pek belli etmeyen gelişigüzel, kaba saba yamalardı. Akakiy Akakiyeviç, düşündü taşındı, paltoyu Petroviç'e götürmeye karar verdi.
Petroviç, yan merdivenden çıkılınca dördüncü katta oturan bir terziydi; tek gözüne, çiçek bozuğu yüzüne karşın ayık olduğu, kafasında çeşit çeşit tasarılar kurmadığı zamanlarda, memurların olsun, başkalarının olsun pantolonlarını, fraklarını onarmakla uğraşır, hem bu işte oldukça başarı da gösterirdi. Gerçi bir terzinin uzun uzun sözünü etmek doğru değil ama, öykülerde her kişinin özyapısını iyice belirtmek bir kez gelenek olmuş, böyle olunca ne yapalım, gelsin bakalım Petroviç. Bir zamanlar adı, yalnızca Grigoriy'di. Bilmem hangi efendinin kölesiymiş, azat edilmiş, ilk önce büyük yortularda, sonra sonra bütün yortularda, takvimde haç işareti görülen günlerde kafayı adamakıllı tütsülemeye başladıktan sonradır ki, Petroviç adını almış. Bu işte tümüyle büyük babasına çekmişti. Karısıyla çekişirken, ona "Dar kafalı karı; Alman karısı," derdi. Karısının sözü geçtiğine göre, onun için de bir şeyler söylemezsek olmaz. Ne yazık ki, bildiklerimiz pek az. Yalnızca şuncasını biliyoruz: Petroviç'in bir karısı vardı, hem de öyle bir kadın ki, başörtüsü örtmez, şapka giyerdi. Güzelliğiyle övünebilecek bir kadın da değildi. Doğrusu aranırsa, yalnızca koruman [muhafız] erleri, bıyık burarak, kaba kaba öksürerek, onun şapkası altındaki yüzüne bakarlardı.
Petroviç'in merdiveninden çıkarken - haksızlık etmemek için söyleyelim ki bu merdiven her zamana ıslaktır, abur cuburla örtülüdür. Petersburg apartmanlarının bütün yan merdivenlerinde duyulan gözleri yakan o içki kokusu, basamaklarına iyice işlemiştir - işte bu merdivenden çıkarken, Akakiy Akakiyeviç terzinin ne isteyeceğini düşünmüş, kendi kendisine taş çatlasa iki rubleden çok vermemeyi tasarlamıştı. Kapı açıktı, çünkü bilmem hangi balığı kızartan kadın, mutfağı öyle dumana boğmuştu ki, göz gözü görmek şöyle dursun, hamam böceklerini bile görmeye olanak yoktu. Akakiy Akakiyeviç, ev sahibi kadına görünmeden mutfaktan geçti, sonunda odaya girdi. Petroviç, geniş, boyasız işliği üzerine bir Türk paşası gibi bağdaş kurmuş, oturuyordu. Ayakları, terzilerde çalışırken gelenek olduğu üzere, çıplaktı; ilk bakışta, Akakiy Akakiyeviç'in eskiden beri bildiği, terzinin biçimsiz tırnağı, kaplumbağanın sert, kalın kabuğunu andıran başparmağı göze çarpıyordu. Boynunda biri iplik, diğeri ipek iki yumak asılıydı, dizlerinde eski püskü bir giysi vardı. Birkaç dakikadan beri ipliği iğnenin deliğinden geçirmeye çalışıyor, bir türlü geçiremiyordu. Bunun için karanlığa, ipliğe müthiş içerliyor, boyuna hafif hafif homurdanıyordu: "Girmiyor yezit, yiyip bitirdin beni Tanrı'nın belası!" Akakiy Akakiyeviç, Petroviç'in öfkeli zamanında geldiğine pişman olmuştu; Petroviç biraz çakırkeyif olduktan, karısının "tek gözlü şeytan gene kafayı tütsüledi" dediği durumdan sonra onunla görüşmeyi severdi. O zaman Petroviç, pazarlıkta çabuk uyuşur; her seferinde yerlere kadar eğilir, üst üste teşekkür bile ederdi. Gerçi bundan sonra karısı, iki gözü iki çeşme gelir, sarhoş olduğu için işi ucuza aldığını söylerdi. Ama çok kez on kapik daha verilince iş tatlıya bağlanmış olurdu. Bugünse Petroviç sanırım ayıktı, tersliği üzerindeydi, hiç uyuşacağa benzemiyordu; kaç para isteyeceğini Tanrı bilirdi. Akakiy Akakiyeviç, bunu hemen anladı, gerisin geriye dönmek istedi, ama artık iş işten geçmişti. Petroviç, tek gözünü ona çevirdi, Akakiy Akakiyeviç de isteksiz isteksiz, "Merhaba, Petroviç!" dedi. Petroviç, "Merhaba bayım," derken bir yandan da nasıl bir av olduğunu anlamak için gözünü Akakiy Akakiyeviç'in ellerine doğru kaydırmıştı.
- Ben, sana... Petroviç, buna, şey...
Şunu da söyleyelim ki, Akakiy Akakiyeviç, konuşurken ikide bir, yerli yersiz ekler, ilgeçler kullanır dururdu. İş, gerçekten karışıksa cümlenin sonunu getirememe huyu bile vardı. Çoğu kez söze, "Şey, bu, gerçekten, çok..." diye başlar, ama arkasını getiremezdi; sözü bitiremediğini de unutur, her şeyi söylediğini sanırdı.
Petroviç:
- Ne var bakalım? diye sordu; bir yandan da tek gözüyle yakasından başlayarak, kollarına, omuzlarına, kuyruğuna varıncaya kadar Akakiy Akakiyeviç'in üniformasını süzüyordu; bunlar bildiği şeylerdi, çünkü hep kendi işiydi. Ama terzilerin alışkanlığıdır; insanı ilk gördükleri zaman böyle yaparlar.
- Ben, Petroviç, şey, sana... Palto ya, kumaş... Görüyorsun ya... Şey her yanı sapasağlam... Tozlu da eski gibi görünüyor, ama yenidir. Yalnızca bir yerinde, biraz.. Arkası... Bir de... bu omzu, bir de şu omzu eskimiş gibi. Şey... Görüyorsun ya, bu kadar... Pek işi yok hani.
Petroviç, paltoyu alıp masanın üzerine yaydı, uzun uzun gözden geçirdi, kafasını bir salladı. Pencerenin kıyısında duran tütün kesesini almak için elini uzattı; kesenin üzerinde bir general resmi vardı, ama hangi general olduğu belli değildi, çünkü yüzü parmakla delinmiş, sonra da üstüne dört köşe bir kâğıt parçacığı yapıştırılmıştı. Petroviç, enfiyesini çektikten sonra paltoyu eline aldı, aydınlığa doğru çevirdi, kafasını bir daha salladı, sonra astarını çevirdi, bir daha kafasını salladı, yeniden yüzüne kâğıt yapıştırılmış general resimli tütün kesesini açtı, burnuna bir tutam daha çekerek keseyi kapatıp bir yana koydu, en sonra:
- Onarılamaz, dedi. Hayır yok!
Akakiy Akakiyeviç, bunu işitince beyninden vurulmuşa döndü. Çocuk gibi yalvaran sesiyle:
- Canım, neden olmuyor Petroviç dedi. Yalnızca omuz başları eskice... Şey, sende birtakım parçalar var ya.
Petroviç:
- Evet, parçalar var, var ama gel de dik. Bak, büsbütün çürümüş... iğneyle bir dokundun mu dağılır, gider.
- Dağılsın varsın, sen hemen bir yama koyuver.
- Yama neye yarar, üzerine konulacak bir yer olmadıktan sonra... çok eskimiş, yalnızca adı kumaş. Bir yel esmeye görsün, darmadağın olur.
- Canım sen bir tutturuver, şey, nasıl olur da...
Petroviç kesin bir tavırla, "Hayır, olmaz, hiçbir şey yapılamaz," dedi. "Artık hayrı kalmamış. İyisi mi, kış gelince siz bundan bir tozluk yaptırın, çorap ısıtmıyor ki insanın ayağını. Çorap da nedir ki? Alman icadı, hep paracıklarımızı sızdırmak için. (Petroviç, fırsat bulunca Almanları iğnelemekten hoşlanırdı.) Paltoya gelince, yenisini yaptırmaktan başka yol yok."
'Yeni' sözcüğünü işitince Akakiy Akakiyeviç'in gözleri karardı, odada ne varsa hepsi birbirine karışmıştı. Yalnızca Petroviç'i, tütün kesesi üzerindeki yüzü kâğıtlı generali seçebiliyordu. Hâlâ uykuda gibiydi.
- Yenisi, nasıl olur, dedi. Hem para nerede?
Petroviç, duygusuzca bir susuştan sonra:
- Evet, dedi, yenisini yapmalı.
- Peki, yenisi olursa acaba...
- Yani kaça mı patlar?
- Evet.
- Üç elliliği biraz geç.
Bu sözleri söylerken dudaklarını anlamlı anlamlı oynattı. Petroviç bu gibi şaşırtmaları pek severdi, bir insanı birdenbire afallatmak hoşuna gider, sonra da sözlerinin etkisiyle karşısındakinin şaşkınlaşan yüzünü göz ucuyla süzmeye bayılırdı.
Zavallı Akakiy Akakiyeviç:
- Ne, dedi, bir paltoya yüz elli ruble ha! Belki de yaşamında ilk kez bağırmıştı, dünyaya geleli beri sesi çıkmaz bir adam diye tanınmıştı.
Beğen ve Yorum Yap
Sosyal Mecralarda da paylaşmayı sakın unutma :)
Bu Yazının Yorumları
Son Eklenenler
Son Yorumlar
Emre Bağce- 2 hafta önce
Çok güzel ezgilerimiz var, toplum olarak gençlerimi...Tükenmek Bilmiyor Kara Günlerim...
Hasan Aybars Arslan- 1 ay önce
Mimarinin dehası demek Bruna Taut için daha doğru b...İnsanî mimarinin İstanbullu ust...
Hasan Aybars Arslan- 1 ay önce
İnsanoğlunun hırsının sınır tanımazlığı. En büyük o...Dünyada Yüksek Bina Yarışı