Okuryazar / Dergi / Türkiye ve kimlik yazısını görüntülemektesiniz.
  • Yazar: Okuryazar Editöryal
  • Kategori: Toplum
  • Etiketler:
  • Bu yazı Okuryazar’a 4 yıl önce eklendi ve şu anda 0 Yorum bulunmaktadır.
  • Gösterim: 339
0 kişi bu yazıyı beğendi
Beğen
Türkiye ve kimlik

Türkiye ve kimlik

Kimlik tanımı Kimlik teması, ardındaki nesnel yapı ile ilişkilendirildiğinde yetersiz bir ifade biçimine sahiptir. Kimlik, bireyin veya yapısal ve örgütsel benzerlikler gösteren bir yığının kamusal alanda kendini biçimlendirmesidir. Kamusal alan, vatandaş olmanın getirdiği bir dahiliyet duygusu içerisinde hisseden her bireyin, diğerleriyle iletişime geçebildiği, fikir üretip bu fikri tartışabildiği, bir fikir üzerine organize olabildiği başka bir deyişle politik gerilimlerin söylemsel ifade olanakları bulduğu ve kamuoyunun içinde oluştuğu alandır. Kimliğin sosyal bir yapı içerisinde olmadan etkileşimden uzak bir biçimde değerlendirilebilmesi çok zordur. Etkileşim içindeki bireyin veya kolektif yapıların refleksleri, alışkanlıkları ve davranış biçimleri kimlik yapısının analizini mümkün kılar. Psikoloji, kimliği tecrübeler, başarılar, başarısızlıklar ve toplumla ilişkilendirirken, sosyoloji, kimliği fiziki çevre, sağlık şartları, biyolojik miras ve sosyo - ekonomik faktörler ile ilişkilendirir. Kimliğin biyolojik bakımdan analizi için, etnik, tarihsel ve anatomik kuramlar içerisinde incelenmesi gerekmektedir. Modern milliyetçiliğin yükselişinde din ve dil olgularının kurucu unsurlardan olduğunu kabul eden teorilerin yanı sıra, dilin kendi başına basılı hale gelmeden, “basın kapitalizmi”ni yansıtmadığı bir ortamda, hiçbir şeyin kurucu unsuru olamayacağını, basılı dilin de ulusal dili geliştirerek ulus inşa eden on dokuzuncu yüzyıl entelektüelleriyle kapitalizmin ortak ürünü olduğu görüşünü savunan Benedict Anderson, milliyetçiliğin kökenini anlatmakta “dil”e verilen yerin yetmezliğini savunmaktadır.[1] On dokuzuncu yüzyılda dünya üzerindeki çoğu medeniyette, bireyin entelektüel guruplar tarafından kategorize edilme biçimi o bireyin sosyal statüsü ile ilişkilendirilmektedir. Eğitim seviyesi, gelir düzeyi ve baskınlıkla aile yapısı çoğu toplumda bireyin varoluşunun kabullenilmesinde ana unsurdu. On dokuzuncu yüzyılın ünlü İngiliz roman yazarı Jane Austen 1816 da, ölümünden bir yıl önce tamamladığı iki kitabı “Emma” ve “İkna Etme” adlı eserlerini yorumladığı çalışmasında, insanın “ne” olduğunu dış görünüş, tavır, zeka ve olaylar karşısındaki refleksleri ile ilişkilendirirken, “kim” olduğunu ise bireyin aile bağlantıları ve sosyal sınıfa göre konumlandığına atıfta bulunur. Burjuva devriminin milli bütünlük yaratma endişesi Kişinin kendi kimliğini dışarıdan nasıl betimlediği de önemli bir analiz konusudur. On yedinci yüzyılda, zamanın teknolojik gelişmeleri tarım için efektif üretim enstrümanlarının oluşmasını sağlamış ve “kentsel büyüme” ile “ucuz iş gücü depoları” kavramlarının oluşmasını ve bu etkenlere bağlı olarak siyaseten bir tarım devrimi yaşanmasını sağlamıştır. Bu tarım devrimi daha sonra yaşanacak 1640-48 yılları arasında öncelikli olarak İngiltere'de yaşanan ve daha sonraları tüm dünyaya sirayet eden bir “Burjuva Devrimi”ne yol açacaktır. Esnek bir kamu maliyesi ve borçlanma sistemi ortaya çıkaran bu gelişme, sanayi devriminin temellerini atmış ve modern milliyetçiliği, “ulus – devlet” görüşlerini kuramsallaştırmıştır. Ortaçağ ve sanayi devrimi arasında yaşanan (1500 – 1800) merkantilist politikalar, geçimlik tarım yerine piyasa yapılanmasına yol açmıştır. Bu merkantilist politikalarının devamı da sayılabilecek olan burjuva devrimi, ilk izlerini İngiltere'nin siyasal yapısında göstermiş olsa da, sırasıyla on dokuzuncu yüzyılın başlarında Belçika'ya, 1850'li yıllarda Fransa'ya, 1870'li yıllarda Almanya'ya, yirminci yüzyılda ise A.B.D, Japonya, Sovyetler Birliği, Çin ve Hindistan'a yayılmıştır. Dünyanın bu çeşit, ulus – devlet modeline ait siyaset yapısını, bir yüzyıl içerisinde bu denli kolay ve hızlı kabul etmesinin altında iki etken yatmaktadır. Birinci ve en önemli etken tabi ki makineleşme ve teknolojinin gelişmesidir. İkinci etken ise dikkatli incelendiğinde, merkantilist yapıya sahip olan burjuva devrimlerinin, yaşanan ülkelerin sistemi içerisine dahil olabilmesi için o ülkelerdeki sistemin feodaliteden uzaklaşmış, politik ve jeopolitik varlıklarını, kültürel ve etnik milli kimlikleri ile birleştirerek ulus – devlet sistemine geçmiş ve ilerisinde milliyetçilik ilkesini geliştirme çabası edinmiş bir yapı içerisinde bulunması gereksinimidir. Burjuva devriminin Fransa'da İngiltere ve Belçika'da yaşanmasından çok sonra meydana gelmesi bu savı kuvvetlendirmektedir. Bu gecikmenin ana nedeni, Marx'ın Fransa'daki Sınıf Savaşları, On Sekizinci Brumaire ve Fransa'daki iç savaş adını taşıyan yazı ve kitaplarında da belirttiği üzere sınıf yapılarının çok çeşitli olmasıydı. Bu çeşitlilik milli bütünlüğün sağlanması için Fransa yüz yıl boyunca bir ihtilal ve Napolyon savaşlarının yol açtığı siyasal belirsizlik içerisinde kalmıştır. Almanya, 1870 yılında Fransa – Prusya savaşı sonrasında diğer Alman devletlerinin desteğiyle savaşı kazanan Prusya'nın etkisi ile İmparator 1. Wilhelm önderliğinde “Birleşik Alman Devleti”ni kurdu ve burjuva devrimi ile sanayi hareketini milli bütünlüğünü sağlayabildikten sonra oluşturabildi. Amerika kıtasında 1760'lı yıllarda Britanya İmparatorluğu ve Amerika'daki Britanya kolonileri, Amerikan yerlileri ( Kızılderililer) arasında çıkan anlaşmazlıklar, sömürge yönetimine karşı bir bağımsızlık savaşına döndü ve 1776 da Thomas Jefferson “Bağımsızlık Deklarasyonu”nu kaleme alarak Britanya yönetimindeki on üç koloninin bağımsızlığını ve ilk insan hakları formülasyonunu ilan etti. Ancak bu ilandan sonra milli bütünlüğün sağlanması Amerika için de yaklaşık yüz sene sürdü. A.B.D milli bütünlüğünü dolayısı ile sanayi gelişimini sağlayacak olan ulus – devlet yapısına 1865 yılında “Kuzey – Güney savaşı” olarak bilinen iç savaşın bitiminden sonra kavuştu. Japonya, 265 yıllık feodal bir rejim olan “Tokugava Şogunluğu”na 1868 de yeni imparator Mutsuhito ile son vermiş ve “aydınlanmış yönetim” anlamına gelen “Meiji dönemi”ni başlatmıştır. Her ne kadar feodalitenin etkisi altından tam kurtulamamış olsa da Japonya bu dönemde kendine ait bir üslupla bireyin sosyolojik yapısının izin verdiği ölçüde milli bir bütünlük sağlamıştır. 1917 de Lenin'in önderliğinde Rusya'da başlayan ayaklanma kısa bir süre içinde bir devrime dönüşmüş ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği kurulmuştur. Bu birlik sosyalist idealler içerisinde baskın bir devlet ve merkezi otorite sistemi yaratmış ve yaratılan bu sistemle İngiltere'nin 150 yılda geldiği, ulus – devlet modeli sanayileşme tipi sonuçlarına 1920 ve 1930'lu yıllardaki beşer yıldan oluşan iki aşamalı kalkınma programı içerisinde, toplam on senede gelmiş ve hatta Doğu Avrupa ülkeleri, Çin ve Hindistan gibi devletleri bölgesel nitelikte kolektif şekilde etkilemiş, sanayi gelişimlerini desteklemiştir. Sosyal ve siyasal anlamlarda milli bütünlük sağlanması ve bu bütünlüğün sanayi gelişimine yol açması çoğu devlet sisteminde, köylü, işçi veya soylu sınıfına dahil olmayan, kentli, şehirli, sermaye sahibi feodal yönetim üzerinde belirli bir yere kadar etkisi olan burjuva toplumunun o dönem feodalitesine karşı, yönetimi devir almak üzere gerçekleştirdiği devrim sayesinde yani “burjuva devrimi” sayesinde olmuştur. Burjuva kavramı Karl Marks ve Friedrich Engels tarafından yazılan Komünist Manifestosu'nda kapitalist orta sınıf anlamında kullanılmıştır. Karl Marks, 1850 yılında yazdığı makalelerinin derlenmesinden oluşan Fransa'da Sınıf Savaşımları: 1848-50'nda şöyle demektedir; “Burjuva koşullar burjuva toplumun üretim güçlerinin gelişmesine izin verdikleri sürece (şimdi 1850'de yaşanan refah bunu gösterir) gerçek bir devrimden söz edilemez. Böyle devrimler ancak modern üretim araçları ile burjuva üretim biçimleri çatışmaya girdikleri dönemlerde olanaklıdır. Coşkulu bildiriler para etmez. Yeni bir devrim yeni bir bunalımın ardından gelebilir. Biri ne kadar kesinse diğeri de o kadar kesindir.” Bu söylev esasen sanayi devriminin ardından oluşan esnek maliyet ve rekabet olguları sonucu gelişen tüketimin, toplumun sadece kentsel kısmında azınlıkta kalan bir kitle olarak burjuva tarafından yapılmasına bir tepkidir. Ancak 1917 devrimini gerçekleştiren iradede Bolşevik parti içerisinden dönemin burjuvası sayılacak isimlerin yer alması da komünist görüşün totaliter baskıcı zihniyetine örnek olabilir. Türkiye için Avrupa'daki burjuva devrimi etkileri Avrupa da on yedinci yüzyılın ortalarında başlayan, feodalite karşısında burjuva sınıfının sanayileşme ve tüketimi toplumun her köşesine yayma amacı, milli bütünlük fikrini toplum bazında sağlamlaştırma ile mümkün olmuştur. Dünyada bu yönde oluşan hareketlerin belirmesinden yüz yetmiş yıl sonra Osmanlı imparatorluğu tebası içerisinde de benzer hareketlenmeler mevcuttur. Selçuklu İmparatorluğunun dağılmasından sonra 1299 da Anadolu da kurulan Osmanlı beyliği üç sene içerisinde imparatorluk olarak biçimlenmiş ve altı yüz seneden fazla egemenlik süren bir dünya imparatorluğu haline gelmiştir. 1860'larda özellikle kentlerde yaşayan bazı aydınların geliştirdikleri bir takım fikirler Osmanlı imparatorluğu içerisinde Avrupa'daki burjuva hareketlerine benzer bir takım feodalite karşıtı görüşler sergilemeye başlamıştı. İçerisinde Namık Kemal, Ziya Paşa gibi aydınların bulunduğu ve kendilerini Genç Osmanlılar şeklinde adlandıran aydın grup, Osmanlı İmparatorluğu'nun Meşrutiyet sistemi ile yönetilmesi gerektiğini savunuyordu. Bu bağlamda Osmanlı İmparatorluğu'nun sosyal yapısına yakından bakmak gerekir. Osmanlı'nın sahip olduğu toprak yapısı incelendiğinde pek çok baskın kültürün aynı pota içinde kaynaştırılma çabası görülmektedir, kaldı ki bu çaba günümüz Türkiyesi için de aynı şekilde geçerlidir. Osmanlı'nın kültür politikalarını inceleme işlemini kullanılan dil üzerinden yapmakta fayda var. Özünde Selçuklu İmparatorluğundan gelen bir Türk Devlet sistemi yatan Osmanlı İmparatorluğu yirminci yüzyıla geldiğinde sınırları içerisinde Arap yarımadası, Kuzey Afrika, Balkan ülkelerinin önemli bir bölümü, Kafkasya ve Karadeniz bölgesinin tümü yer almaktaydı. Tüm bu bölgeleri kültürel anlamda asimilasyon sürecine almayan Osmanlı devleti esasında zor olanı seçmiş ve bu bölgeleri siyaseten tek bir devlet başlığı altında tutmaya çalışmayı tercih etmişti. Osmanlı burjuvaları, özellikle yirminci yüzyılda Avrupa'daki siyasal ve sanatsal gelişmelerden etkilenmiş, fakat bu etkileşimler sosyal yapının muhafazakar tutumu içerisinde devletin kültür politikasına taşınamamış, sadece burjuvanın kişisel merakları olarak kalmıştır. Bu meraklar içerisinde dilin kullanım biçimi ve bu biçimin Osmanlı burjuvasına yansıması oldukça kuvvetlidir. Osmanlı Sultanları ve kentlerde oturan kesim “Türk” sözcüğünü asi kavimler ve Anadolu toprakları üzerinde, kırsal kesimlerde yaşayan geri kalmış insanları resmettiğini düşünmekteydi. Bu düşünce esasen Osmanlı burjuvasının Anadolu toprakları üzerinde yaşayan halkı da iyi analiz edemediğini göstermektedir. Anadolu toprakları bir geçiş güzergahı üzerinde olduğundan, on binlerce yıldır pek çok inanca ve kavime ev sahipliği yapmıştır. Burada yaşayan yerli halk tamamen bu zaman zarfının kozmopolit bir şekilde tümselleştirdiği doğal bir bütündür. Ancak Osmanlı İmparatorluğu Türk ırkına ait olan tarafını doğal bir korumacılıkla değil, geleneksel bir alışkanlıkla muhafaza etmiştir. Osmanlı devletinin önemli bir yapısı olan İslami hukuk Arapça ve Farsça ağırlıkta görülüyor fakat “Kamu” hukuku, yani Sultan'ın kullarının statülerinin yanı sıra vergilendirmenin unsurlarını da belirleyen Osmanlı “idari” hukuku Türkçe kalmıştır.[2] Buradan da anlaşılıyor ki Osmanlı devleti yapı itibarı ile geleneklerinden gelen “Türk” kimliğini muhafazakar bir şekilde devam ettirmeye çalışıyor, diğer yandan değişen siyasal ve sosyo – ekonomik yapı karşısında ürettiği politikaların sonucunu yaşıyordu. Bu sonuç Osmanlı devletini öz yapısından giderek koparmaktaydı. Osmanlı İmparatorluğu kendini Arapça bir yapı olan Âl-i Osman (Osmanoğulları) olarak tanımlarken özellikle Rumeli topraklarına sahip olduktan sonra, eski Roma (Bizans) İmparatorluğu'nun toprakları anlamına gelen “RÛM” ismi ortaya çıkmıştır. Türk Şairi Baki (1526 – 1600) daha sonraları kendinden “Rûm'un şuarâsı”nın hocası olarak söz edecekti, bu kullanım “Osmanlı” edebiyatı boyunca izlenebilir. Bu tutum şairin kendini Araplardan ve Farslardan ayırmanın nazik bir yolu olduğunu işaret etmektedir.[3] Osmanlı Divan Edebiyatı külliyatını yaratırken egemenliği altındaki toplumların kültürel gelişmişliklerinin uygun taraflarını almış ve Arap, Fars ve Bizans kültürel öğelerini harmanlamıştı. Yaratılan bu kültürler arası hibrid yapı sadece saray içerisinde varlığını sürdürmüş halka özellikle de Anadolu da kırsal kesimde yaşayan topluma yansıtılmamıştır. Genç Osmanlılar ve bir takım dış gelişmeler Osmanlı İmparatorluğunu 1876 da Meşrutiyet yönetimine zorladı. Geçiş dönemi bir hayli sancılı ve uzun süren bu yönetim şekli 1908 de “jön Türkler” olarak bilinen gurubun etkisi ile Sultan 2. Abdülhamit meşrutiyeti ve daha önce hazırlanmış olan Kanun-i Esasi yani anayasayı yürürlüğe soktu. Bu anayasa ile padişahın yetkileri “temsili” düzeye indirgendi. Lenin bu değişim için şöyle demiştir; “Türkiye'de Jön Türklerin önderlik ettiği ordu içindeki devrimci hareket zafere ulaştı. Bu zaferin yarım bir zafer, hatta daha azı olduğu doğrudur, çünkü Türkiye'nin İkinci Nikolası (II. Abdülhamit) meşhur Türk anayasasını tekrar yürürlüğe koyma vaadiyle şimdilik paçasını kurtarmayı başardı. Ama bir devrim sırasında böyle yarım zaferler, eski rejimin vermek zorunda kaldığı alelacele tavizler, daha geniş halk kitlelerini içine alan iç savaşın yeni ve çok daha kesin, daha şiddetli dalgalanmalarına yol açacak en sağlam garantidir.”[4] Osmanlı halkı ikinci meşrutiyet ile parlamenter demokrasi, seçim, siyasi parti gibi demokrasi enstrümanları ile tanışmaya başladı. Bu gelişmeler dünyanın diğer bölgelerinde yaşanan burjuva devrimine ve tüketime dayalı, esnek muhasebe politikalarına bağımlı, milli bütünlüğü esas almış toplumlar üreten kapitalist sistemin bir benzerini Osmanlı için hazırlama çalışmaları olarak da görülebilir. Bahsi geçen bu parlamenter demokrasi, seçim, siyasi parti kavramlarının doğal kavramlar olmadığı 31 Mart olarak bilinen 13 Nisan 1909 da gerçekleşen ayaklanmanın incelenmesi ile ortaya çıkacaktır. 1908 de ikinci meşrutiyetin ve anayasanın ilanından hemen sonra “İttihat ve Terakki” partisi ile liberal “Ahrar Fırkası” seçime girdi. Seçimden “İttihat ve Terakki” partisi galip çıktı. Amacı asla padişahı ortadan kaldırmak olmayan parti daha muhafazakar bir tutum sergiliyordu ve bir takım baskıcı uygulamalar göstermeye başladı. Bu baskıcı uygulamalar karşısında çok kısa sürede yoğun bir muhalefet oluştu. Ancak oluşan bu muhalefet içinde başta İngiliz hükümeti gibi pek çok dış kaynaklı etken yer almaya başladı zira “İttahat ve Terakki” partisi İngilizler ve diğer dış güçlerin taleplerini düşünüldüğü kadar eksiksiz yerine getirmiyordu. 1909 günü muhalif gazeteci Hasan Fehmi Bey'in adı kayıtlı olmayan bir “ittihat ve Terakki” partisi koruması tarafından öldürülmesi ile bazı askeri birlikler ve medrese öğrencileri ayaklandı ve İttihatçı olarak bilinen gazeteler yağmalandı, subaylar ve öğretmenler linç edildi. Ayaklanma Selanik'ten gelen Mahmut Şevket Paşa komutanlığında ve Yüzbaşı Mustafa Kemal'in kurmaylığındaki Hareket ordusu tarafından bastırıldı. Tamamen gönüllülerden oluşan bu ordu komutanın şahsi emri ve kurmayların kişisel girişimleri ile görevlendirilmiştir. İsyan bastırıldıktan hemen sonra ordunun komutanları değiştirilmiş kurmaylığına da Almanya'dan gelen Binbaşı Enver Bey getirilmiştir. Türkiye, Meşrutiyet ile yaşadığı bu dönemde çeşitli şekillerde Avrupa'daki örneklerle benzerlikler göstermiş olsa da, esas itibarı ile sanayi devrimi ve milli bütünlük, Cumhuriyetin ilanı ile beraber gerçekleştirmiştir. Tüm bu anlatılara dayanarak, kişinin kendi kimliğini oluşturma sürecinde yukarıda anlatılan dünya ve Türkiye konjonktürü içerisinde bireysel inisiyatifin söz konusu olamayacağı kanaatine varılır. Ortaçağdan itibaren merkantilist politikalar ve daha sonrasındaki burjuva devrimleri, sanayi devrimleri ve takip eden kapitalist düzen, bireyin kendi kimliğini oluşturma ve diğer kimlikleri kabullenme özgürlüğünü sağlamadığı gibi devamlı rekabet ve mücadele ortamı yaratıp bireyin varoluşunun mana anlamında içini boşaltır. Dolayısıyla günümüzde “kimlik”, sosyal anlamda siyasi otoritenin veya sermayenin birey için biçimlendirdiği bir kabulleniştir. Mana anlamında kimlik ise bireyin sadece kendisinin veya yakın çevresinin edindiği öznel bir farkındalıktır. [1] Deniz Kandiyoti, Ayşe Saktanber, Kültür Fragmanları: Türkiye'de Gündelik Hayat, Londra: I.B. Tauris Co. Ltd. 2002. [2] Kandiyoti, Saktanber, a.g.e. [3] Kandiyoti, Saktanber, a.g.e. [4] “Dünya Politikasında Yanıcı Maddeler”, Lenin, Toplu Eserler, cilt 15, s. 183.  
Beğen ve Yorum Yap
Sosyal Mecralarda da paylaşmayı sakın unutma :)

Bu Yazının Yorumları

Son Yorumlar

Emre Bağce- 3 hafta önce

Çok güzel ezgilerimiz var, toplum olarak gençlerimi...Tükenmek Bilmiyor Kara Günlerim...

Hasan Aybars Arslan- 1 ay önce

Mimarinin dehası demek Bruna Taut için daha doğru b...İnsanî mimarinin İstanbullu ust...

Hasan Aybars Arslan- 1 ay önce

İnsanoğlunun hırsının sınır tanımazlığı. En büyük o...Dünyada Yüksek Bina Yarışı
Daha Fazlasını Gör