- Yazar: Buşra Erimli
- Kategori: Yaşam
- Bu yazı Okuryazar’a 3 yıl önce eklendi ve şu anda 0 Yorum bulunmaktadır.
- Gösterim: 1568
Belgesel 'belge'sel mi?
İzlediğimiz belgesel filmlerinin gerçekliğini çoğunlukla sorgulamayız. Bunun nedenlerinden biri belgesellerde senaryonun, belgelere dayanılarak oluşturulması, diğer film türleri gibi kurmaca olmamasıdır. Bu film türüne ismini veren John Grierson, belgeseli “gerçeğin yaratıcı bir biçimde yorumlanması” diye tanımlamıştır.
“Gerçek” kavramı, Antik Yunan'dan günümüze değin tartışılan bir kavramken, belgesel filminin gerçeklik iddiası çok da sağlıklı görünmemektir. Öncelikle belgeselde görüntüler, kullanılan müzik, seçilen arka ses ve efekt gibi birçok öge yönetmen tarafından seçilir ve yönetmenin seçimi, almış olduğu eğitim, içinde bulunduğu toplumun yapısı gibi bir çok unsur tarafından etkilenir ve bu durum yönetmenin belgeleri kendi ideolojisi doğrultusunda yorumlamasına neden olabilir. Bu, yönetmenin var olan kalıplara sıkışmak zorunda olduğu, kendi algısını yıkamayacağı yani buğulu gözlüklerini çıkaramayacağı anlamına gelmese de, çoğu belgesel, modern dünya zihniyetinin bir uzantısı olmaktan ileri gidememiştir.
Bir doğa belgeselini ele alalım. Doğa belgeselinin, ideolojilere daha kapalı ve salt gerçeğe daha yakın olduğu algısına sahibizdir. “doğa” kelimesinin kendisi doğallığı, bozulmamışlığı çağrıştırır. Peki, gerçekten öyle midir? Örneğin aslanlarla ilgili bir belgesel, tamamen aslan odaklı olursa, diğer canlıları ötekileştirip doğanın bütünlüğünü parçalamış olmaz mı? Ya da estetik kaygılar yahut dikkati çekmek için duygulara hitaben kullanılan bazı cümlelerle olayı dramatize ettiğimizde, olayın doğallığı bozulup, doğa yapaylaştırılmış ve başka bir şeye dönüştürülmüş olmuyor mu? Yine küçük bir örnek verecek olursak, çoğu belgeselde rastlanan “aslanın yaşam kalım mücadelesi” gibi dramatize edilmiş bir cümlede “mücadele” sözcüğü doğanın bir savaş alanı gibi algılatılmasına neden olmaktadır. Belgeselde aslanın hayatını tehdit eden her canlı, aslanın düşmanları kategorisine indirgenmektedir. Oysa ilkelerinden biri tarafsızlık olan belgesellerde, her canlıya eşit mesafede yaklaşıldığında bir mücadele ile değil de bir uyumla karşılaşmamız daha olası değil midir?
Çoğumuz bu “yaşam kalım mücadelesi” söylemini sorgulamayız. Bunun doğanın kanunu olduğunu, aslında her şeyin olması gerektiği gibi olduğunu düşünür ve belgeseldeki arka sesi onaylarız. Peki hepimizin aynı görüntüyü, aynı şekilde yorumlamasının nedeni gerçeklik midir? Aslında bu algıyı bizde oluşturan, içinde yaşadığımız modern dünyanın, bizim zihnimizi kendi kurallarına göre dönüştürüp, bizi sistemin bir parçası yapmasından ileri gelir. Henüz küçük bir çocukken okullarda aldığımız biyoloji derslerinde birçoğumuz enerji piramidiyle anlatılan ekosistemi sorgulama gereği görmedik; çünkü bizlere, pozitif bilimlerin kanıtlara dayandığı gerekçesiyle, onların sorgulanamaz olduğu dayatılmıştı. Doğa belgesellerinin çoğunda, bize dayatılan kalıpların aşılmamış olduğunu ve bu belgesellerin, var olan sistemin yarattığı “gerçekliği”, bir kez daha belgeleyerek meşrulaştırdığını görürüz.
Belgesellerde, sistemin dayattığı gerçeklik algısıyla yorumlanan belgelerin ne kadar gerçeği yansıttığı tartışması devam ederken, belgesel için daha yıkıcı olan bambaşka bir gerçeklik tartışmasıyla karşı karşıya kalırız. Bu tartışma, “belgeselde kullanılan belgeler gerçek mi?” sorusuyla gündeme gelir. Ne yazık ki belgesellerde kullanılan belgeler gerçek olmayabiliyor. Seyirci çekebilmek için belgeseller olabildiğince dramatize edilebilmekte, teknolojik gelişmelerin tanıdığı imkanlarla belgelerin üzerinde oynanabilmekte, hatta daha da ileri gidilip bir belgeye dayanmadığı halde, yönetmen bir olayı olmuş gibi aktarabilmektedir. Bu ise belgeselin etiğine tamamen aykırı olarak, bir nevi belgede sahtecilik yapmaktan başka bir anlama gelmemektedir. Üzücü olan ise bu yapımların çok sayıda seyirci tarafından ilgi görmesidir. Bu durum daha çok seyirci, daha çok kurgu şeklinde kısır bir döngüye neden olmakta ve belgeselle kurmaca film türü arasındaki fark ortadan kalkmaktadır.
Belgesel film türünün nesli tükenmektedir. National Geographic, Discovery ve Animal Planet gibi büyük dağıtım ağlarına sahip, geniş kitlelere hitap eden, çok uluslu kanallar da programlarında, çekinmeden kurguya yer vererek, bu süreci hızlandırmaktadır. Örneğin National Geographic'te “Amerikan Çingeneleri” isimli programı izlerken The Godfather'ın kötü bir versiyonunu izliyormuş hissine kapılabiliyoruz ya da Discovery Channel'da “Pastacılar Kralı” isimli programda, pasta yapımından çok, tartışmalar, yaşanan aksiliklerle heyecan doruk noktasında tutulmaya çalışılıyor ve bizi kurgulanmış olaylar zinciriyle karşı karşıya bırakıyor. Tüketim zihniyetiyle yapılan bu belgesel programlarının ve filmlerinin örneklerini artırmak mümkün.
Belgeselin artık ‘belge'sel olmadığı dikkatten kaçıyor. Zira belgeselin olmazsa olmazı olan ‘gerçeklik', ‘tarafsızlık', ‘estetik' gözden çıkarılmıştır. Gerçek manada belgesel film yapma kaygısı taşıyan sanatçılar ise ulusal ve küresel dağıtım tekelleriyle karşı karşıya kalıyor. Gün geçtikçe gerçek belgesellerin sayısının azalması, yerini içi boşaltılmış, anlamını yitirmiş belgesellerin alması, bir film türü olarak belgeseli yok ediyor. Tüketim zihniyetiyle çekilen belgeseller, aslında kendi kendini tüketiyor.
Beğen, Paylaş ve Yorum Yap
Bu Yazının Yorumları
Mustafa Atagün- 2 gün önce
Emre Bağce- 2 hafta önce
Mustafa Atagün- 2 hafta önce