- Yazar: Onur Karaman
- Kategori: Toplum, Siyaset
- Bu yazı Okuryazar’a 1 yıl önce eklendi ve şu anda 0 Yorum bulunmaktadır.
- Gösterim: 739
İlim, İrfan, Hikmet, Hakikat
Giriş
Bu çalışmamızda, Aydınlanma Çağı ile gelişen felsefi düşüncenin Kiliseyi etkisiz hale getirmesi ve bu düşüncenin etkisi ile İslam’ın laik ve/veya seküler bir din haline getirilmeye çalışılması, nübüvvet ruhunun çökertilerek Kur’an’ın etkisizleştirilmeye çalışılması, genç neslin Batı’nın materyalist anlayışına göre yönlendirilmeye çalışılması, bu şartlara hangi aşamalardan geçilerek gelindiği ve bu meselenin nasıl çözüme kavuşturulacağı hususları değerlendirilmeye çalışılacaktır. Ayrıca İslam’ın, İslam Milleti’nin ve İslam Medeniyeti ’nin mücadelesi değerlendirilmeye çalışılacaktır. Osmanlı’nın yıkılması ile İslam’a ve İslam Medeniyeti’ ne büyük bir darbe vurulmuştur ve bu darbenin etkisinin halen devam ettiği çağımızda İslam Ruhunun; İlim, İrfan ve Hikmet kavramları eksenin de tekrardan şahlanabileceği, böylece İslami bir bilinç ve ruh kazanımı ile modernitenin olumsuz etkilerinin bertaraf edilebileceği hususlarından bahsedilecektir.1. BATI DÜŞÜNCESİ ve İSLAM’A ETKİSİ
1.1. Batı Düşüncesi
18. yüzyılda Avrupa’da etkisini derinden hissettiren Aydınlanma düşüncesi, değerleri, vicdanı ve ahlakı unutturmuş ve nefsani arzuları ön plana almıştır. 19. Yüzyıl’a gelindiğinde, Avrupa’da dönüşümün ortaya çıkardığı yaşam biçimi memleketimizdeki sahte aydınlar tarafından tek gerçek medeniyet olarak tanımlanmış ve Çağdaşlaşma adı altında ülküleştirilmiş, bayraklaştırılmıştır. Cemil Meriç bu yanılsamayı çok güzel olarak betimler; “Çağdaşlaşmak, Avrupa’nın yeni bir ihraç metaı, kokain ve LSD gibi… Şuuru felce uğratan bir zehir. Çağ-dışılık ithamı, iftiraların en alçakçası, en abesi. Bu (Çağdaşlaşmak), kendi derisinden çıkmak, kendi mukaddeslerini inkâr etmek ve peşin peşin köleliğe razı olmak değil mi?” Aydınlanmanın başlangıcı Avrupa’da bilimsel devrimin başladığı 1500’li yıllara kadar götürebilir. Aydınlanmaya yol açan düşünce bazlı gelişmeler Rönesans ve Reformdur. Aydınlanma çağı düşünürleri, Rönesans ile Kilise öğretisinin kendi dünyaları ile uyuşmadığını fark ettiler. Bilimsel düşünceyi esas alarak, geleneği yok sayarak ve dini akıl dışı olarak yaftalayıp; toplumsal hayatın her sahasında seküler bilim anlayışını hâkim kılmaya çalıştılar. Aydınlanma çağında, bireyin dini değerlerden bağımsız olarak düşünmesi, kendi aklı ve düşüncesi ile yaşamına şekil vermesi desteklenerek insanın seküler bir varlık haline gelmesini sağladı. Batı düşüncesi, ontoloji ve epistemolojiyi değerlerden ve erdemden yoksun kılıp, seküler bir vaziyete dönüştürüp sistemsel olarak yapılandırdı. Batı’da yaratıcı İlahi bir varlık yok edildi; insan merkeze alınarak tanrılaştırıldı; akıl, madde, bilim, teknoloji, insan içgüdüleri, ego ve haz putlaştırıldı. Böylece insan araçlara teslim oldu ve hakikatten uzaklaştı. İnsan bireyselleştirildi, maddiyat, çıkar, menfaat ön plana alındı ve birey; ruhundan koparıldı. Bu durum günümüzde benmerkezcilik tarzında da değerlendirilebilir. Bu bağlamda İngiliz filozof, Thomas Hobbes, felsefede materyalizmi ve etikte haz ahlakını benimseyerek “insan, insanın kurdudur” anlayışını ileri sürdü. Bu anlayış, sadece piyasada değil her alanda vahşi rekabeti, sömürüyü ve materyalizmi teşvik etti. Bu çerçevede Aydınlanma Çağı, bireyin dini değerleri ve geleneği dikkate almaksızın kendi aklının öncülüğünde, kendini merkeze alarak; iktisadi yapıyı ve toplumsal hayatı dönüştürdü seküler bir yapının ortaya çıkmasını sağladı. Bu seküler anlayış dini ikinci plana attı, Hristiyanlığı ve kiliseyi tartışmaya açtı. Bu durum Protestanlığın ortaya çıkmasını sağladı. Kâinata, doğaya ve insanlığa ilişkin sorunlara çözümde dini kaidelerin yerine, dini dışlayarak kutsanan akıl ve bilim geçti. Batı da dinsizlik, yükselmek, terfi etmek ve terakki etmek için çok değerli bir duruma getirildi. Batı dünyası günümüze gelindiğinde kendi filozofları ve bilim adamlarınca üretilen akıl temelli evrensel değerleri de bırakarak sömürü ve yok etme anlayışını uygulamaktadır. 19. Yüzyılın sonlarında bilginler sadece pozitivizm (deney ve gözlem) ile hakikate ulaşacakları kanaati ile Batı’yı hakikatten -ruhtan- tamamen kopararak materyalizmin kucağına düşmesini sağladılar. Maneviyatı terk eden Batı emeline ulaşmak için insanlığı ‘Tevhitten’ dolayısı ile ‘Hakikatten’ uzaklaştırmak istemektedir. Aydınlanma ile ‘Tevhitten’ uzaklaşan Batı ‘Tevhidin’ aciz, zaif, fakir ve muhtaç olan insanoğluna azim bir kar, bir saadet ve nimet sunduğunu görmemiş veya görmek istememiştir. İnsanı merkeze alarak adeta İnsanı Tanrılaştıran anlayış, İnsanlığa hadim değil patron olma güdüsü ile hareket etmektedir. Tevhid ve vahdetteki sırrı Bediüzzaman bir misal ile aşağıdaki şekilde özetlemiştir; “Hem bir ağacın sırr-ı vahdet cihetiyle, bir kökte, bir merkezde, bir kanun ile mevadd-ı hayatiyesi verildiğinden; binler meyve veren o ağaç, bir meyve kadar sühuletli olduğu bilmüşahede görünür. Eğer vahdetten kesrete gidilse, her bir meyveye lâzım mevadd-ı hayatiye başka yerden verilse; her bir meyve, bir ağaç kadar müşkilât peyda eder. Belki ağacın bir enmuzeci ve fihristesi olan bir tek çekirdek dahi, o ağaç kadar suubetli olur. Çünkü bir ağacın hayatına lâzım olan bütün mevadd-ı hayatiye, bir tek çekirdek için de lâzım oluyor.” Bu tevhitteki ve vahdetteki kolaylığı görmeyen nefsani arzuların peşinde koşan, insanı Tanrılaştıran ruhsuz Batı, insanı; o Maddeye, o Tabiata, • Mahkûm ederek, o Tevhitten ve vahdetten, o Hakikatten o Tanrı’dan • Uzaklaştırarak, Çağı körleştirdi ve sömürü düzeni kurdu. Batı’nın materyalist, tabiatperest anlayışı, ahlakı, dini, evrensel değerlerleri ve en önemlisi ruhu kabul etmeyip görmezden gelerek kendi hegemonyasını dünya üzerinde etkin ve hâkim kılmak için her türlü girişimleri yaptı ve yapmaya devam etmektedir. “Bir grubun veya milletin umumi menfaati başka bir grubun veya milletin mensuplarının sömürülmesi, köleleştirilmesi ve hatta imha edilmesini icap ettirebilir.” Aliya İzzetbegoviç’in bahsettiği üzere dinden soyut sadece materyalist, nefsani hisleri hâkim kılan Batı, kendi grubunun menfaati için her şeyi mubah gördüğünü sömürü düzeni kurarak göstermiştir. Materyalist anlayış ön plana alınarak eşya ile ruhun arası koparılmıştır. Bunun neticesinde hedeflenen, eşyaya sadece Batının hâkim olması ve bunun vicdansız bir şekilde kullanılarak eşyanın tüm insanlığı yönetmesidir. Bu durum ile ilgili olarak Aliya İzzetbegoviç’in şu ifadesi dikkate değerdir. “Materyalistler dikkatleri her zaman eşyanın dış manzarasına celbedip, ilmin noktai nazarlarını insan ruhunu inkâr etmeğe uygun bir şekilde vazedeceklerdir.” Batı, gayesi için nefse hoş gelen güzel, slogan tarzı sözler ile hakikatı unutturarak insanlığı uyutmuş ve uyutmaya devam etmektedir. Diğer bir ifade ile Batı insanlığı sloganlarla gütmüş ve gütmeye de devam etmektedir. Demokrasi ve hürriyet savunuculuğuna soyunan Batı’nın geçmişi ile çok övündüğü Atina’da 40 bin özgür vatandaş ve bütün haklardan yoksun olan 110 bin köle bulunmaktaydı. Tevhid dini olan insanlığı kucaklayan İslam’a göre mülk sahibi, kanun koyan, hükmeden, kâinatı idare eden sadece Allah’tır. Bu bağlamda İslam’ın, hayatın her kademesinde -hukukta, siyasette, ekonomide, sosyo-kültürel sahada bulunması sömürgeci Batı için tehdittir. Batı’nın bu anlayışına dur diyebilecek tek alternatif olan İslam, onların esas düşmanıdır. Bu esasın durdurulması için İslam’ın hakikatleri ve bunu temsil eden Halifelik tesir altına alınmalı ve yönetilmeliydi. Batı, Cihanşümul olan İslam’ın insanlığa sunduğu şuuru, hakikatı ve ruhu etkisiz bir duruma getirmek istemektedir. Batı, keyfiyete (niteliğe) değil; kemiyete (niceliğe) dayanıp ruhu görmezlikten gelerek yok eden; varlığa ve hikmete dolaysı ile hakikate ontolojik bir biçimde saldırmaktadır. Batı, maneviyatı ve ahlakı yok saydığından faaliyetlerinde sadece kendi amacını ön plana alarak, insanlığı unuttu. Bu bağlamda: “Batı’da, büyüme dediğimiz şey evren açısından az gelişmişliğin büyümesinden başka bir şey değildir; çünkü bir kaç ülkenin büyümesi ancak dünyanın dörtte üçünün maddi ve insan kaynaklarının yağma edilmesiyle mümkündür.” Batı, amacı uğruna her şeyi mubah görerek insanlığın başına bela oldu. Buna çözüm bulmak insanlığın birinci görevidir.1.2. Batı’nın İslam’a Etkisi
Batı, tevhid, kilise ve ahlakı bilerek unuttu, unutturdu. Batı, sanayi ve iktisadi – madde- âleminde ilerledi. Bu ilerleyişin istikrarlı olabilmesi için için tüm insanlığın Batı’yı takip etmesi gerekiyordu. Bu bağlamda Batı’nın esas düşmanı tevhid ve ahlak gibi değerleri ön plana alan Doğu’nun yani İslam’ın kontrol altına alınması gerekiyordu, başardı. Kuzey Afrika ve Yakın Asya’nın önemini anlayan Katalan’lı Rahip Ramon Lulle (1234-1316)’in önerisi ile Viyana Konsülünde alınan kararın ardından, 1312’de Paris, Oxford, Bologne, Avignon ve Salamanque gibi birçok Avrupa kentinde Arap Dili kürsüleri açıldı. Batı’da 13. ve 14. yüzyıllarda Arap dili kürsülerinin açılması Oryantalizmin doğuşu olarak görülebilir. İslam’ın kontrol altına alınmasında Oryantalistlerin çalışmaları çok etkili oldu. Arap Dili kürsülerinin açılmasının amacı, samimi ilmi çalışma değil İslam’a karşı yapılacak faaliyetlere ivme kazandırmaktır. Misyonerlik faaliyetlerin temellerini de Oryantalistler attı. Oryantalistler Batı’nın emellerine göre şekillendirmek istediği Ilımlı İslam’ın oluşmasında önemli rol üstlendiler. Oryantalizm ve Aydınlanma’nın baş düşmanı; manevi değerler, İlahi ruh ve bunu savunan, sahiplenen İslam’dı, Doğu’ydu. “Asırlar geçti, birer birer söndü meşaleler. İrfan asaletini kaybetti.” Batı, kademe kademe İslam’ı etkiledi, tesiri altına aldı, fakat İslam’ın Ruhu’ nu yok edemedi. Hali hazırda yok etmek için var gücüyle çalışmaktadır. Batı, gaye-i hayali için ahlak, edep, erdem değerlerini görmezden gelerek İslam’a savaş açmıştır ve bu savaşı halen devam ettirmektedir. Necip Fazıl Kısakürek, Doğu ve Batı arasında aşağıdaki ifadeler ile karşılaştırma yapmıştır. “Doğu’nun gidiş ve usulü, bütün hak ve batıl kollarıyla, bu dünyanın ötesini; Batının gidiş usulü de, bütün şubeleriyle bu dünyayı fethetmek oldu. Böylece, biri yumruğunu çözüp bu dünyayı elden düşürürken; öbürü, yumruğunu sıkıp bu dünyayı avucunun içine aldı.” Bu ifade dikkate alındığı takdirde Doğu, bu dünyanın ötesini gaye-i maksat yapan bir anlayışla çalışırken Batı ise dinden ırak bir şekilde sadece bu dünyayı hedef alan bir anlayış ile hareket etti. Batı, değerlerden ırak olduğu için gayelerine ulaşmak amacıyla her türlü yolu mubah gördü. Buna bağlı olarak tüm insanlığa zarar verdi ve vermeye devam ediyor. Doğu hayatın bu dünyaya dönük bir yüzü de olduğunu unutarak sadece ahirete odaklandı. Doğu elinde bulunan hazinenin kapısından içeri girdi. Fakat hazine odasının anahtarını kaybetti, dışarı çıkamadı ve hazinenin içinde hapis olarak kaldı. Diğer bir ifade Doğu ile varlık içinde yokluk çekti. Doğu hem içeri hem dışarıyı yönetecek ruha ve hakikata sahip olmasına karşın, hakikatin dehlizlerinde kaybolarak dış dünyanın işlerini Batıya teslim etmiş oldu. Batı, Kiliseyi hayatın dışına kovduktan sonra, Doğu’nun dışarıda bıraktığı yerleri de hegemonyası altına aldı. Artık; Doğu’nun İnsanlık için bir çözüm bularak dışarı çıkması gerekiyor. Doğu’nun hazine odasının kapısını açacak bir Dirilişe ihtiyacı var. “Batı, başarıyı akıl önünde gördü, erdemde değil. Bu yüzden, erdemi gündeminden yavaş yavaş çıkardı ve kaybetti.” Batı, kendi çağdaş düşüncesini erdemden yoksun kıldığından sömürü anlayışını meşru gördü. Batı, kendi anlayışını tüm dünyaya yaymaya çalışırken erdemi değil ben duygusunu ön plana aldı. Batı, İslam’ı içine sindiremediği için İslam’ı reddetti. Bu durumu Garaudy aşağıdaki şekilde ifade etmiştir; “İşte Batı’nın on üç asırdan beri reddede geldiği üçüncü miras Arap – İslam mirasıdır.” Bunun neticesinde Batı, İslam diyarlarını –Asya-Afrika- Kafkasya-Anadolu ve diğer bölgeler- her açıdan sömürme yolunu tercih etti. Bu anlayış, en fazla Asya ve Afrika’yı kuşatmış olup, Osmanlı’yı da etkileyerek yıkılma sebeplerinden biri oldu. “Tarihte hiçbir insani gaye üzerine kurulmamış tek medeniyet olan Batı medeniyeti, tabiatı depo ve çöplüğe çevirir, toplumda bir orman kanunu ferdiyetçiliği veya bir beyaz karınca yuvası totalitarizmi oluşturur ve insanı her türlü ilahi boyuttan koparıp sakat bırakır.” Garaudy ’un bu ifadesi doğru olmakla birlikte geçmişten buyana Batı’nın kendisine birincil düşman olarak seçmiş olduğu ilahi gücün Allah’ın kelamı ve onun uygulayıcısı Hz. Peygamber (S.A.V) olduğu aşikârdır. Bunu, Haçlı Seferleri ve İslam’ın bayraktarlığını yapan Devletlere karşı, başka bir amaca karşı aynı safta duramayacakları yapılar (medeniyetler, devletler) ile yapmış oldukları ittifaklar kanıtlar niteliktedir. Yine günümüzde Türkiye’ye gösterilen tavır bunun devamıdır. Garaudy bahse konu sözünün devamında Batı’nın diğer medeniyetlerle, diğer ilahi olanla ve diğer insanlarla diyalog başlatmasının gerekliliğini ve bu durum gerçekleşmediği takdirde Batı’nın aç gözlülüğünün ve Tevhide olan düşmanlığının dünyaya küresel olarak zarar vereceğini vurgulamaktadır. Batı bir taraftan sömürmeye ve yok etmeye devam ederken diğer taraftan da hürriyeti, demokrasiyi ve insan haklarını sahiplenmekte ve üstün değerlerin savunucusu gibi rol çalmaktadır. Fakat İslam, Batı’nın kendi ürünü imiş gibi reklamını yaptığı değerlerin karşıtı ve hakikisi olarak; İnsan haklarını; kul hakkı, hürriyeti; imanın hassası ve demokrasiyi de şura olarak asırlar önce kavramlaştırmış, hazmetmiş, insanlığın kullanımına sunmuş ve kurduğu devletlerle de uygulamıştı. Aydınlanma Çağının, dini hayatın gündeminden çıkarma süreci bugün ülkemizde ve Müslümanların bulunduğu ülkelerde İslam’ı Protestanlaştırma çabası olarak devam etmektedir. Bu çabalarında büyük oradan başarı sağladıklarını söyleyebiliriz. Aydınlanma çağı ve devamındaki süreçte bilginin ve doğrunun kaynağı olarak sadece akıl ön plana çıkartılmış, birey manevi değerlerden uzaklaştırılmıştır. “Batı Uygarlığı’nın dışa açılmasıyla birlikte bu ruh da bütün dünyaya yayıldı. Batı Uygarlığı bir yere ulaşır ulaşmaz, hatta kimi yerde daha ulaşamadan bu ruh, orada kozasını örmeğe başladı.” Batının bu ruhunun yayılması sadece kültürel olarak değil iktisadi, sosyo-kültürel açıdan da gerçekleşmiş ve günümüzde de modernite ve post-modernite adı altında devam etektedir. Batı, bilimi bir sömürü ve hâkimiyet kurma gücü olarak görmekte ve bunu tüm dünya üzerinde kullanmaya da devam etmektedir. Bilim, insanlığa hizmet etmek için bir araç olması gerekirken sömürme ve yok etme aracı olarak kullanıldı ve kullanılmaktadır. “Bilimin bir hâkimiyet aracı değil de bilginin bir unsuru durumuna geçmesi insanları bilimin dünyasından bilginin dünyasına geçirebilecektir.” Batı, bilim adı altında, kendilerinin dışındaki, başta İslam Medeniyeti olmak üzere tüm medeniyetleri yok etme sömürme amacıyla her türlü gayri insani eylemlere girişmiştir. “Rönesans’tan bu yana geçen beş yüz yıla Avrupa Dönemi dense yeridir. Bu dönemde Asya bir ölüm dalgınlığı içindedir. Afrika’ysa yoktur.” Osmanlı’nın son iki yüz yıl için de Asya’nın etkisinden kurtulamaması çöküşünün en büyük sebeplerinden biri olarak kabul edilebilir. Osmanlı, Batı’nın insanı merkeze alan ve insanın kendisini putlaştıran anlayışı karşısında elinde bulunan Kur’an ve Sünneti geçmişte kullandığı, yaşadığı ve yaşattığı gibi son döneminde bunları yapmadığı/yapamadığı/yaptırılmadığı için adım adım çöküşe doğru ilerledi. “Ecdadımızın kurduğu bizim büyük devletimizdir ki, Avrupalıyı taşkınlıktan kurtarmaya çalışmanın iki yüz yıllık hummasını yaşamıştır. Ama o da sonunda karanlık Asya Duygusunun elinden yakasını kurtaramaz.” Batının karşısında en güçlü medeniyet olan İslam Medeniyeti’nin ele geçirilmesi gerekiyordu. Bunun için en büyük düşman bu medeniyetin bayraktarı olan Devlet-i Aliyye-i Osmaniyedir. Bu devletin yıkılması ve yıkılmasından sonraki süreç projelendirilerek hayata geçirilmeye başlandı. Çünkü İslam’ın bayraktarılığını yapan gücün yıkılması yeterli değildi. Bu gücü asırlar boyu ayakta tutan hâkim ruhun da yok edilmesi gerekiyordu. Çünkü Batı biliyordu ki, bu ruh öyle bir ruhtu ki Batının en çok değer verdiği maddi ve materyal güç ile hâkimiyet altına alınamayacak kadar yüceydi. Bu bağlamda Batı İslam’ı ve İslam Milleti’nin ruhunu çok iyi öğrendi. Bu güce hâkim olunursa veya yok edilirse istedikleri yapıyı kurmaları çok kolay olacaktı. Batı, uzun soluklu projelerinin temelini attı, modernite sistemini kurdu, post-modernite, proje ve sistem aşamasından sonra devreye girip uygulamaya geçerek tüm dünya üzerinde aksiyonu başlattı. Batının amacını ve insanlığa neyi sunduğunu Roger Garaudy aşağıdaki söz paragrafta özetlemektedir; “Büyüme modeli ile bizleri gayesiz yaşamaya ve hatta ölüme sevk eden Batı, kültür ve ideolojisiyle kendisini haklı göstermeye çalışmaktadır. Oysa bu kültür ve ideoloji, sorunlara çözüm getirmek şöyle dursun, sinesinde ölüm tohumları taşımaktadır.” Roger Garaudy’un bu ifadesi Batının gerçek yüzünü ortaya koymaktadır. Batı; gayesiz, ruhsuz ve hakikatten ırak kültürünü ve ideolojisini hürriyet, demokrasi, insan hakları gibi sloganlar ile hakim olmak ve sömürmek istediği toplumlara entegre etmek için gayri insani her yolu kullanmaktadır. Bu aksiyonda, cihanşümul bir güç olan İslam dinini ve hakikati bitirilmesi gereken birinci hedef olarak gördü. Batı, İslam’ın yok edilmesi hedefini uzun soluklu bir proje ile gerçekleşebileceğini çok iyi biliyordu. Bu nedenle hedefine kademe kademe ulaşmayı hedefledi. Aydınlanma’dan günümüze kadar Müslümanları dinden soğutma, İslam’ı seküleştirme, İslam’ı içtimai hayattan uzaklaştırma, bilimi merkeze alarak İslam ile bilimin arasının açma, İslam’ı insanlığın düşmanı terör ile bir arada sunma faaliyetleri icra edilmektedir. Bu faaliyetler için İslam’ın bayraktarı Osmanlı’nın yıkılması ve akabinde kurulacak devletlerin planlanması, İslam Ümmetinin; milletler şeklinde parçalanması ve bu milletlerin-devletlerin kontrol altına alınması lazımdı. Bu bağlamda nihai olarak Osmanlı yıkıldı ve Osmanlı’nı devamı olan Türkiye Cumhuriyeti ve Osmanlı’dan ayrılan devletler Batı’nın, Amerika’nın, Mason ve Baronik şebekenin eline geçti. Günümüzde iktisadi, siyasi ve sosyo-kültürel alanda yaşananlar bu tespitimizi teyit etmektedir. Demokrasi, hürriyet ve insan hakları kılıfı ile hâkim olma, sömürme projesi uygulanmaktadır.2. BATININ HEDEFİ OSMANLI - TÜRKİYE
2.1. Osmanlı ve Osmanlı’nın Fiziken Yıkılışı
Yaklaşık 6 asır İslam’ın Bayraktarlığını yapan Devlet-Aliyye Osmaniye yıkılınca İslam Coğrafyası, parçalanarak İslam düşmanlarının yönlendirmesi altında kalmıştır. Aydınlanma Çağı ve devamında meydana gelen gelişmeler ile son yüzyılda dünya siyaseti İslam’ın (Osmanlı’nın) elinden çıkmış tamamen İslam’a düşman olanların hatta İslam Coğrafyasını sömüren Batılıların ellerin eline geçmiştir. Dünya siyasetindeki hâkimiyetin İslam’dan Küresel-Emperyalist güçlere geçmesinde; Münafık ve Kâfir vazifesini çok iyi yaptı ve yapmaktadır. Batı, kendi medeniyetlerini hâkim kılmaya çalışırken en büyük rakip olarak gördükleri İslam’a büyük zarar verdi, yıprattı fakat İslam’ın ruhunu tamamen yok edemedi. “18’inci ve 19’uncu asırdan sonra Doğu, artık Batının gözünde, bütün cins ve mezheplerini birleştiren bir miskinlik ve gerilik psikolocyası yatağıdır. Her türlü akıl ve alet, madde ve dünya şuurunu kaybetmiş olan bu kocaman yatak, o günden beri Batının muazzam istismar arsası…” Necip Fazıl Kısakürek’in ifade ettiği bu durum Osmanlı’nın gidişatını ortaya koymaktadır. Osmanlı, kendi ruhu ile değil Batının telkini ile hareket etmeye başlamış ve bu durum Onu çöküşe sürüklemiştir. Altı asır İslam’ın bayraktarlığını yapan Osmanlı, Cihad şuuru ile yapılan fetihlerle İslam Medeniyetini âleme yaymaktaydı. Batı düşüncesinin temelleri olan küfür ve nifak açısından bunun durdurulması gerekiyordu. İslam tohumu ile büyüyen dal budak saran Osmanlı, İslam’i hoşgörü ile insanlığı kucaklıyordu. Bu gidişatın durdurulması için devletin temel kaynağı, dayanağı ve ruhu olan İslam ile devletin, İslam ile milletin arası açılmalıydı. Bu meyanda İslam’da ric’at gerçekleşerek hakikatın hikmetinden uzaklaşıldı. Diğer bir ifade ile ruh kaybedilmedi ama ruhun kaybedilme süreci ivme kazandı. İslam’a hadim olan Devlet-i Aliyye-i Osmaniye’de Tanzimat’tan sonra Avrupa’nın ve Batı medeniyetinin zararlı ve yıkıcı tarafları da benimsenmeye başlandı. Özellikle bazı aydın zümresi çıktı ki bilerek veya bilmeyerek Batı’nın gayesine hizmet etmekteydi. Cemil Meriç bu aydınlara şöyle seslenmekteydi; “Tanzimat sonrası Türk aydınına en çok yakışan sıfat müstağrip” Batı hayranı aydın zümresi, masona, siyonizme, çöküşe, sömürülmeye evet diyen bir aydın grubu Osmanlı’yı sardı, adeta kuşattı. Batı, müstağrip aydınlar eliyle Hürriyet, demokrasi gelsin, İstibdat yıkılsın anlayışını içimize değil ciğerlerimize, yüreğimize ve ruhumuza kadar işledi. Batı’nın İslam için projelendirdiği Meşrutiyet ile gelecek olan Hürriyet, İslam’ın yıkılışını hedeflemekteydi. İlim, İrfan ve Hikmet’ten yoksun bir takım müstağrip aydınlar insanın Hür olduğunu ama aynı zamanda Abd olduğunu görmüyor veya görmezlikten geliyordu. Cemil Meriç, demokrasi ile hürriyeti İslam’ın içerisinde olduğunu vurgulamıştır. Fakat Batı’nın İslam’da bulunmasını istediği demokrasi ve hürriyet, kontrol altında tutabilecek bir yapının oluşmasını sağlayacaktı. Bu şekilde İslam, hayattan kopartılarak seküler bir duruma dönüştürülecektir. Osmanlı’nın yıkılmasında birçok etken bulunmakla birlikte en önemli etken Emperyalist güçlerin kendilerini her açıdan dünyada süper güç kılabilmek için İslam Şuuru’nu ve Nebevi Düşünceyi hem idarede hem de halkta zayıflatmak için belirli aşamalar ile kademe kademe birtakım faaliyetler yaptılar ve bunda da başarılı olarak devletin yıkılmasında önemli rol aldılar. Batı, zahirde aydın olan ama hakikatte kendisine hizmet eden telkincilerini içerden sevk ve idare etti. İngiltere merkezli, hem Yahudi hem de Hristiyan Misyonerlik faaliyetleri Batı kültürünü Osmanlı’ya benimsetme çalışmalarında etkili oldu. Diğer bir ifade ile Masonik ve Baronik yapı, Osmanlı’yı yıkmaya ve yıkılmasının devamında oluşacak süreçte de hâkimiyetlerini devam ettirecek çalışmalar yaptılar. Diğer bir ifade ile birkaç yıllık değil asırlık proje/projeler yaptılar ve uygulamaya başladılar. Bu projenin halen devam ede geldiği düşünülebilir. Bu projede misyonerlik faaliyetleri önemli bir görev üstelendi. Osmanlı’nın zengin topraklarına, kritik ve jeopolitik konumuna sahip olmak isteyen Batı ve İngiltere amaçları için misyonerlik çalışmalarına her türlü desteği verdiler. Ayrıca Osmanlı’nın tebaası olan Yahudilerin, devlet ile arasını bozacak siyasi çalışmalar yaparak onları, Filistin’de toprak sahibi olmaları için Osmanlı’ya karşı kışkırttılar. “Osmanlı’da yapılan misyonerlik çalışmalarını değerlendirirken dini, siyasi, sosyal, kültürel, iktisadi açıdan da bakmak gerekir. Osmanlı topraklarında faaliyet gösteren misyonerler, Emperyalist güçlerin Osmanlı ile aralarındaki ‘Şark Meselesi’nde maşa olarak kullanıldılar.” Ayrıca bu faaliyetlerin etkisinde kalan Osmanlı Devleti ve halkı Batılı kavramları kendi kavramları ile aynı saymaya başlayınca yıkılma süreci ivme kazandı. Özellikle Tanzimat fermanı ile başlayan süreçte Ruh kaybı ivme kazandı. Batı, Devletin ve milletin hem mülk hem de melekût âlemine yönelik için yoğun faaliyetler yaptı. Masonların Osmanlı’nın yıkılışı ve akabinde oluşan yapıdaki rollerini Necip Fazıl Kısakürek aşağıdaki gibi özetlemiştir; “Tanzimat bir Mason inkılabı olmuş, Meşrutiyeti doğrudan doğruya Masonlar idare etmiş ve Birinci Cihan Harbinden sonra artık büsbütün tasfiyesi takarrür eden Türk’ün istiklalini tasdik ederken, Avrupalı, meydana gelecek yeni rejim bakımından bizim tarihi köklerimizle aramızı açacak bütün tedbirleri almayı ve bize kabul ettirmeyi ihmal etmemiştir.” Misyonerlerin hedefi Osmanlı ile hem hal olmak değil, ona kendi değerlerini dayatmak, kabul ettirmek ve onu kontrol altına alınabilecek bir yapıda tutmaktı. Cemil Meriç, Tanzimat’tan bu yana misyonerlerin hedefini aşağıdaki şekilde belirtmiştir: “Türk aydınında mukaddesi öldürmek. Mukaddes yani İslamiyet’i. Bu mukaddesin yerine kendi mukaddesini aşılayamazdı. Çünkü misyonerin hedefi, Devlet-i Aliyye’yi Hristiyanlığa kazanmak yani, Devlet-i Aliyye ile bütünleşmek değil, ezeli düşmanını etnik bir toz yığını haline getirmekti, istediği kalıba sokacağı şuursuz ve iradesiz bir toz yığını.” Tarihimizde hariçten telkin edilen ve hayata geçirilen inkılap hareketlerinin asıl amacının yok edilmek istenen İslam Şuuru ve Ruhu olduğu alenidir. Bu meyanda İslam Milletinin değişimlerde kendini kendi yapan Öz Ruhu olan Kur’an ve Nübüvvet bilincini esas alması elzemdir.2.2. Türkiye İslam’ın Müstahkem Kalesi
Batı, Osmanlı’nın yıkılmasının Ortadoğu, Kafkasya, Afrika ve Balkanlarda nasıl bir etki yapabileceğini dikkate alarak sömürü projeleri ile İslam Coğrafyasına çok büyük zararlar verdi ve vermeye de devam etmektedir. Osmanlı’nın yıkılışı ile kurulan veya kurdurulan İslam ülkeleri günümüze kadar Batı’nın istediği şeklide sömürülmesine karşın Türkiye buna direnmektedir. Dünyada İslam ülkeleri, Batı’nın hegemonyası altına girdi. Türkiye ise Batı’nın etkisi altına girmesine rağmen ruh olarak yıpratılabildi, Türkiye’nin ruhu yok edilemedi. Türkiye, İslam’i Şuur ve Ruhu ayaklandırabilecek ülke olduğu için İslam’ın kalesi olduğu için hedeftedir. Batı, İslam Medeniyeti’ni asırlarca muhafaza eden Osmanlı’nın devamı olan Türkiye’nin aynı rolü üstlenmemesi için kurmuş olduğu komiteler ve sömürü projeleri ile Türkiye’ye saldırdı ve hali hazırda da devam etmektedir.3. ANADOLU’NUN BATIYA KARŞI HAKİKAT YOLCULUĞU
3.1. Batı’nın Gayesi Ruhsuz Türkiye
Osmanlı’nın yıkılmasından sonra devamı olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde Batı’nın etkisinin olduğu görmezlikten gelinemez. Batı’nın Osmanlıdaki etkisi ve devamında ülkemizin kuruluşundan günümüze kadar devam edegelmiştir. Bu göz önüne alındığı takdirde Batının modernitesinin etkisini ülkemizde; • Devlet kurumlarının, • Özel şirketlerin, • Sivil toplum örgütlerinin, • Üniversitelerin, İnsanımıza ve gençlere seküler bir yaşam vadeden projelerinde ve faaliyetlerinde görmekteyiz. Batı’nın yeni kurulan Türkiye Cumhuriyet’inde İslam’i ruhu ve manevi değerleri yok etme planlarını o dönemde yaşayan bir devlet yetkilisinden işittiğini belirten Bediüzzaman’ın aşağıdaki sözü delil niteliğindedir; “Bundan on iki sene evvel işittim ki, en dehşetli ve muannid bir zındık Kur’an’a karşı sû'-i kasdını tercümesiyle yapmağa başlamış ve demiş ki: "Kur'an tercüme edilsin, tâ ne mal olduğu bilinsin." Yani, lüzumsuz tekraratı herkes görsün ve tercümesi onun yerinde okunsun diye dehşetli bir plân çevirmiş.” Osmanlı’yı yıkan komitenin, hali hazırda ülkemizde etki göstermeye çalıştıkları görülmektedir. Bu komitenin faaliyetlerinin amacı Batı’nın gayrı İslam’i kültürünü, anlayışını ve düşüncesini çeşitli yollar ile ülkemizde hâkim kılmaya çalışmak ve bu yolla ülkenin kültürel, sosyal, ticari ve ekonomik olarak kuşatma alına almaktır. Bu faaliyetlerin özellikle gençler üzerinden yapılmaya çalışıldığı görülmektedir. Osmanlı’nın yıkılması ve İslam’ı Anadolu topraklarından silinmesi için sadece bir komite değil birçok komite kuruldu. Bu komiteleri ifsad ve zındık esaslı Masonik ve Baronik komiteler olarak tabir edebiliriz. Kurtuluş savaşında, milli ve manevi hisler ile kükreyen millet arzuladığı uhrevi dünyasına kavuşamamış veya kavuşturulamamıştır. Her dönemde olduğu gibi bu olayların yaşandığı devirde de İslam’i ruh ve şuura sahip hakikat kahramanları bulunmaktaydı. İşte bu kahramanlar her şeyi göze alarak millete gerçekleri anlattı. Türkiye’yi İslam’dan koparmak seküler hayat tarzını toplumun her tabakasına kabul ettirmek için Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan günümüze kadar darbe dâhil birçok girişimler yapıldı. 1980’li yıllara kadar yıpranan İslam’i Ruh ve Şuur, Özal döneminde yapılan Liberalleşme ile yok olma sürecine getirdi. Piyasa ekonomisi, dini ve sosyo-kültürel olarak Türkiye’ye olumsuz etkileri oldu. Böylece Türkiye, ruhunu ve şuurunu kaybetme sürecine girdi. Yusuf Kaplan Hoca’nın “Ülkemizde yedi milyon genç var, bunun beş milyonunun İslam ile ve değerlerimizle hiçbir bağı yok, kalmamış.” Sözü, Batının ifsad komitelerinin projesinin hangi aşamada olduğunu ortaya koymaktadır. Bu proje; ruhu ve şuuru yok etme, Hikmete, Hakikate ve Erdeme ulaşılmasının önüne geçme projesidir. Bu proje ile imansız ve idealsiz nesiller her geçen gün artmaktadır. Bu nesillerin kurtarılması, dolayısı ile İslam’ın kurtarılması ve Hakikate ulaşılması için Batı ile mücadele şarttır ve elzemdir. Hâlihazırda ülkemizde, Batının seküler anlayışını destekleyen, İslam’ın iktisadi ve sosyal hayatta olmamasını isteyenlerin olduğu görülmektedir. Ülkemizin modernitenin\post-modernitenin kuşatmasına karşı taarruza geçilmez ise İslam’ın kalesi, mazlumların umudu Türkiye’nin de elden gidebileceği bir ortam ile karşı karşıyayız. İslam’ı bireysel alana indirgeyen ve insanı merkeze alarak ilahlaştıran Sekülarizm sadece ülkemiz için değil insanlık için büyük bir tehdittir. Bu hususta Yusuf Kaplan Hoca şöyle demektedir: “Bugünkü karşı karşıya olduğumuz bunalımın kaynağı, Rönesans ve Reformasyon’la birlikte başlayan, hayatın her alanına nüfuz eden, insan davranışlarını, insanın diğer insanlarla, varlıklarla ve kurumlarla ilişkilerini tanzim eden (ama tahrif ve tahrip ederek tanzim eden) yegâne aktör konumuna geçen sekülarizmdir.” Sekülarizm, hakikatten ırak olduğu için insanlığa büyük felaketler yaşattı ve yaşatmaya devam etmektedir. Bu durum, yağan yağmurun şiddetlenmesi ile sel gibi bir afata dönüşmüştür.3.2. Mütereddi Batı’nın Selinin Yatağının Değiştirilmesi
Günümüzde Batı, sömürüsünün etkisini arttırmak ve sömürü sahasını genişletmek için demokrasi ve hürriyet söylemlerinin yanına teknoloji uygulamalarını da ilave etmiştir. Böylece Batı’nın sömürü düzeni, küresel boyut kazanarak Sel durumuna dönüşmüştür. Teknoloji uygulamaları ile tüm insanlığın zihni ve zamanı çalınmakta ve sömürülmektedir. Bu durumun etkisi, ülkemizde 1980’li yıllardan sonra arttı. “Bugün Batı’nın temsilci kahramanı, manalar âleminin fatihi (Platon) değil; madde âleminin çilingiri teknolocya oyuncakçılarıdır.” Necip Fazıl Kısakürek, bu sözü ile geleceği görmüştür. Galiz Batı, amacı uğruna bütün araçları kullanmaktadır. Bu Sel, tüm insanlığı kucaklayan İslam’i ruhu yok edene ve Batı’nın haricindeki insanlığı etkisizleştirilinceye kadar afat şeklinde devam edecektir. Hali hazırda çöküş süreci devam etmekte ve İslam’ın ruhu yıkılmak üzere ama henüz yıkılmamış ayaktadır. Bu nedenle Batı’nın hedefine ulaşmasına engel olunabilir. İnsanlık için her şeye sahip olan İslam’ın çöküşüne dur diyebilmek için Hakikata ermek elzemdir. Hakikat için nefsin olumsuz etkisinden arındırılan ruh önemlidir. Hakikat ateşi alevlenerek Batı’nın yalan, riya ve bireyselcilik akımının önüne geçilebilir. Garaudy’un aşağıdaki sözleri İslam ruhunun her şeye rağmen şu ana kadar yıkılmamasının nedenini özetler gibidir; “İslam, birbirinden ayrılmaz bir şekilde hem bir din, hem bir cemaat, hem bir iman, hem bir hayat kanunudur.” Batı’nın selinin, önüne set çekilerek mi veya yatağının insanlığı kucaklayacak şekilde değiştirilmesi mi uygundur? Set çekilmesi durumunda yukarıdan gelen selin seti aşması veya seti yıkması durumu kaçınılmazdır. İşte burada selin gayri ahlaki, riya, egoizm, yakma, yıkma ve sömürme yatağından alınarak, insanlığı kucaklayan ve gayesi İnsanlığa hizmet olan İslam’ın Hakikat yatağına kaydırılması gerekmektedir. Bunun için uzun bir yolculuk ve çile elzemdir. Bu zorunluluğu Necip Fazıl Kısakürek aşağıdaki sözleri ile ifade etmektedir; “Bugün, gelenin, önde getirdiği ulviyetten ziyade, gidenin arkada bıraktığı süfliyet manzarasından anlıyoruz ki, bize eski ruh muvazenelerimizi, eski aşk huzurumuzu getirecek olan büyük iman manzumesini bilmesek ve tanımasak da ona ihtiyacımız mutlaktır ve bu seziş, devrimizde tam bir bedahet şerefine ulaşmıştır.” Batı’nın dinsiz seli, dini kendisi için nasıl bir tehdit olarak görüyorsa diğer milletleri, medeniyetleri de dinden soğutmak, uzaklaştırmak için bütün imkânlarını kullanmaktadır. Bu sel, dini bir esrar, eroin gibi görmekte, bu anlayışı dünya milletlerine de benimsetmeye çalışarak Batı’nın hakikatte galiz olduğunu göstermektedir. Batı’nın sömürü selinde kullanılan teknoloji, sosyal medya, siyaset, ekonomi, kültür ve sanat İslam’i şuur ve bilinç ile şekillendirilmeli ve bunların İslam’ın Hakikat yatağına çevrilmesi sağlanmalıdır. Herkesin bir oyunu var ise kâinatın esas sahibinin de daha büyük bir oyunu vardı. Ayrıca Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç’in dediği gibi istedikleri kadar dağlara haç koysunlar, gökyüzüne her baktıklarında hilali göreceklerdir. Üflemek ile sönmeyen, balçıkla sıvanmayan Güneş gibi olan Kur’an Hakikatlarını söndürmeye hem güçleri hem de nefesleri yetmeyecektir. Ellerinde Kur’an ve Nübüvvet hakikatı olan hakikat kahramanları, yeni bir medeniyet inşaası ile bu oyuna karşı “Dirilişi ve karşı Taarruzu” başlattılar. Bu “Dirilişi ve\veya Taarruzu” günümüzde “Batıya Karşı Hakikat Yolculuğu” olarak görebiliriz.3.3. Hakikat Ruhu ve Hakikat Yolcuları
Hakikat, tevhid ve vahdet dini olan İslam Cihanşümul bir dindir. Bu meyanda İslam hayatın her anındadır. İslamiyet, sanatta, bilimde, tarihte, kültürde, sinemada, müzikte kısacası hayatın her aşamasında vardır ve olmalıdır. Bu gerçeği gören Batı kendi sistemini dünyaya hâkim kılmak için ilk olarak İslam’a, İslam’ın ruhuna, İslam’ın Bayraktarlığını yapan Osmanlı’ya ve devamında Türkiye’ye saldırdı. Bu saldırıda Osmanlı mağlup oldu. Osmanlı’nın devamı olan Türkiye kuşatma altına alındı. Bu mücadele de Türkiye ve İslam Ruhu henüz kaybetmedi. Türkiye, İslam’dan, uzaklaştırılarak ilk önce Ruh olarak çökertilmeye çalışılmaktadır. Türkiye’nin bu mücadeleden başarılı çıkmasında Kur’an ve Sünnet önemli bir rehberdir. Bu hak ile batılın savaşı olup, kılıç ile değil kalem ile fikir ile yapılmaktadır. Kalem savaşında İlim, İrfan, Hikmeti başararak tahkiki imanı elde eden lerin kazanması kaçınılmazdır. Batının dini öldürerek ruhunu maddeye, egoya, haza ve nefse sattığının farkına varanların ve hakikatı bulanların kazanması kaçınılmazdır. Allah’ın rahmeti, taklidin değil Hakikata ulaşan, Hakikatı yaşayan, Hak ile amel eden tahkiki iman sahipleri ile beraber olacaktır. Tahkiki imanı elde edenlerin durumunu Bediüzzaman aşağıdaki şekilde özetlemiştir; “İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre hâdisatın tazyikatından kurtulabilir. "Tevekkeltü al Allah" der, sefine-i hayatta kemal-i emniyetle hâdisatın dağlarvari dalgaları içinde seyran eder.” Osmanlı’nın yıkılışı ile İslam düşmanı komitenin aramızdaki uzantıları İslam’a saldırılarını (dolayısıyla İslam Medeniyeti’ne) devam ettirdi. Fakat hakikat kahramanları bu milletin Dayanağının Kur’an ve Sünnet yolu olduğunu haykırıyorlardı. Bu kahramanlar, davası, inancı, ruhu ve derdi olan mesuliyet sahibi kişilerdi. Diğer bir deyişle bu kişiler İslam’ın Dirilişi için mücadele eden kahramanlarıdır; (Mehmet Akif Ersoy, Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç, Cemil Meriç vb.…) . Bu kahramanlar Müslümanın temel meselesi üzerine yoğunlaşmışlardı. “İşte, ey ehl-i Kur'ân olan şu vatanın evlâtları! Altı yüz sene değil, belki Abbasîler zamanından beri, bin senedir Kur'ân-ı Hakîmin bayraktarı olarak bütün cihana karşı meydan okuyup Kur’ân’ı ilân etmişsiniz. Milliyetinizi Kur’an’a ve İslamiyet’e kal'a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz, müthiş tehâcümâtı def ettiniz.” Bediüzzaman, bu sözü ile İslam şuurunun ve ruhunun kaybedilmemesinin gerekliliğini ortaya koyuyordu. Batının bu saldırısı ancak var olan İslami şuur ve ruh ile bertaraf edilebilecekti. Abbasilerden, Selçuklular’a ve Osmanlılara kadar hâkim ve hadim olan bu ruh kaybedilmemelidir. Türkiye Cumhuriyeti’nde de bu ruhun kaybedilmesinin önüne geçilmelidir. Yusuf Kaplan Hoca Melikşah’ın Gazali’nin ve Nizamülmülk’ün Diriliş için önemli yapı taşı olduğunu vurgulamaktadır; “Bu diriliş yolculuğunun, tarihin akışını değiştiren başlangıç noktası ve kilometre taşı, mahşerin üç atlısının tarih sahnesine çıkmasıydı: Kurucu Melikşah, uygulayıcı Nizamülmülk, temelleri-koyucu Gazâlî.” Bu sözler, tarihi şuur ve ruh ile bezenmiş bir milletin yeniden bir medeniyet inşaa edebileceğini göstermektedir. Yine milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un milli marşımızda; “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” İfadesi ile Batı’nın, ahlâksızlık, bozgunculuk, sömürgecilik yaptığını ve millet olarak bu duruma kendi inancımız ve şuurumuz ile karşı koyabileceğimizi belirtmiştir. Görünen o ki bu ruhu kaybetmeye başladığımız son iki yüzyıldan günümüze geldiğimizde kopma noktasına geldiğimiz görülmektedir. Batı’nın sistematik güzel sözleri ve cümleleri ile değerlerimizden kopmak üzereyiz. Kendi inancımıza ve değerlerimize olan saldırının herkese güzel gelen demokrasi ve hürriyet adı ile yapıldığı görülmektedir. Batı, demokratik hayat hâkim anlayışı ile birçok gayri İslam’i faaliyetlerine zemin oluşturdu. Bu konuda Rasim Özdenören’in aşağıdaki sözü çok önemlidir. “Demokratik hayat tarzının bütün dünyaya bağışladığı bir armağan var; kaypaklık. Demokratik hayat yalnız bu oyunu oynamaya girişmiş insanlara değil, aynı zamanda fikirlere, kavramalara da bir kaypaklık veriyor.” Hakikatı söyleyen hak din İslam, İnsan hakkını kul hakkı; hürriyeti imanın hassası; demokrasiyi şura olarak asırlar önce insanlığa sunmuş ve kurmuş olduğu devletleriyle de uygulamıştır. Demokrasi, hürriyet ile sömürenlerin düzenine son vermek için Hakikat Yolculuğu lazımdır. İslam’da İslam’ı Protestanlaştırma sürecine dur diyecek bu uğurda mücadele edecek bir ruh ve bu ruh için her şeyini ortaya koyacak ve karşılaşılacak sıkıntılardan yılmayacak azim ve kararlılık içinde olacak, Sezai Karakoç’un dediği gibi Diriliş İnsan’ı ve bunlardan oluşan topluluk lazımdır ve elzemdir. Diriliş İnsan’ı, İslam’ın Dirilişini gerçekleştirecektir. Diriliş, tekevvün eden ruh ile İslam’daki inhitata ve ricata son verecek, “Diriliş, şeytanın topladığı ve uğursuzluk saçan her topluluğu dağıtma, Allah’ın ipine sımsıkı sarılan topluluğu kurma yolu, yöntemi, savaşı demektir.” Türkiye’nin burada karşı duruş sergileyecek projeler ve sistemler kurması gerekmektedir. Türkiye’nin yeni bir ruha ihtiyacı vardır. Bu ruhun ne, nasıl ve niçin sorularına cevap vermesi gerekmektedir. Bu ruh, inancımızı taklitten kurtararak tahkike çıkaracaktır. Yani bu ruh ile tahkiki iman elde edilebilecek ve İslam’i normlar hayatın her aşamasında yerini bularak Batının sömürüsüne engel olabilecektir. İşte bu ruha Hikmete ulaşmış Hakikat Ruhu diyebiliriz.3.3.1. İlim-İrfan-Hikmet
İslam, iman ile ilim arasında birlikteliği temin ederek evrensel ilme büyük katkı sağlamıştır. İslam, Batının ısrarla savunduğu kemiyet, güç, hırs, haz ve ferdiyetçilik anlayışının tükendiğini ispatlayacak hakikatlara sahiptir. İnsanlığı kucaklayan Hakikat, külli bir din olan İslam’ın ta kendisidir. İslam her şeyi kapsar ve her şey İslam’da vardır. İnsan, ne olduğunu, nereden geldiğini, niçin geldiğini akıl yolu ile keşfederek, bilmeye ulaşarak İlime kavuşacaktır. İlime kavuşabilmek için düşünmek, tefekkür etmek ve sorgulamak esastır. “Düşünmediğimizi düşünmedikçe düşünebilmekten uzak yaşayacağız. Düşünce milleti olmadığımızı bilmekte, kurtarıcı düşüncenin ilk şartı vardır.” İlim düşünmeyi gerektirir, insan düşünerek hak ile batılın farkına vararak İlime ulaşır. Dünyadan kopmadan, metafiziği reddetmeden ve keşfetme arzusu ile ilime ulaşılır. “İlim hayattan koptuğu, “soğuduğu”, gayri şahsi ve objektif bilgi ve neticelerin mecmuu olduğu zaman lakayt ve sonunda dindışı bir fonksiyon olur.” Hayata, dünyaya, tabiata ve var oluşa dair yapılan sorgulamaların neticesi ruhtan bağımsız olduğu takdirde o ilime değil, ateizme götürür. Güneşin kendisine değil ve sadece aynadaki yansımasına bakmak noksan bir yaklaşım olur. Dolayısıyla ilim kaynağa ulaşmak işin özüne yönelmektir. Hiçbir ilim ruhtan yoksun olamaz, olduğu takdirde o bilim değil materyalizmdir. Ruhsuz neticeler ilimsizlik ve bilgisizlik ile eş değerdir. Hakkaniyetli düşünerek ben merkezli değil insanlık için düşünerek hakiki İlime kavuşulur. Kişinin Hikmete ulaşma süreci hakikatı aramak, sorgulamak ve kendini bilmek ile başlar. Akıl sorgulamayı gerektirir, hakikata ulaşmada akıl ve zekâ çok önemlidir. Hakikatı akıl ile ararken gerçek bilgiye ulaşılır, İlim ile bilme durumu gerçekleşir. İlim ile insan kendini bilir ve tanır. Bu ilim ile hem ilahi hem de insanın varlığında gizli ilâhî hakikatlerin, ortaya çıkması sağlanır. İlim ( bilme ) yolunda olan kişi, Kur’anda geçen; وَعَلَّمَ اٰدَمَ الْاَسْمَٓاءَ كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلٰٓئِكَةِ فَقَالَ اَنْبِؤُ۫ن۪ي بِاَسْمَٓاءِ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِق۪ينَ “Âdeme bütün varlıkların isimlerini/bilgilerini öğretti. Sonra bunları meleklere gösterip "Sözünüzde doğru iseniz şunların isimlerini bana söyleyin" dedi” Akıl ile tefekkürün neticesinde temin edilen gerçek bilgi ile kişinin kalbi arasındaki bağın oluşması İrfan (bulma) gerçekleşir. İlmin amel ile taçlanması İrfana ulaştırır. İrfan ile insan kendini bulur. İrfan ile tecessüsün zirvesine çıkarak ilahi ruha, kemale doğru yol alınır. “İrfan bir mevhibedir. Cehitle gelişen bir mevhibe. İrfan beşeri beşer yapan vasıfların bütünüdür.” Akıl ile kalbin ortak yöne dönmesi ile Hikmete (olma), Hakikata, Ruha ulaşılır. Hikmete ulaşan ve ruhunu bulan insan, artık Olma seviyesine çıkmıştır. İslam Ruhuna ve İslam Hakikatına ulaşan kişiler İslam’ı yükselişe geçirebilecek ve ecdadının yaptığı gibi Kur’an ve Sünnet dairesinde Medeniyetin tekevvün etmesini sağlayacaklardır. Akıl ile bilen ve İlime kavuşan bunu kalbinde hissederek ve bularak İrfana kavuşacaktır. Akıl ve kalp ile inanan bir Ruha kavuşacaktır. Bu Ruh Hikmet anlayışı kapsamında olan Hakikattır. Hikmet ile birlikte Hakikat bulunacak ve bu Hakikat, Batı’nın sömürü ve gayri-ahlaki selinin yatağını değiştirerek İnsanlığa hizmet eden, İnsanlığı kucaklayan bir nehire, denize veya okyanusa dönüştürülmesini temin edecektir. “İlim, genel bilgileri, marifet ise özel ve ayrıntılı bilgileri ifade eder. İlmin mukabili cehldir; marifetin karşıtı ise inkârdır. Bu sebeple ilim kelimesi marifetin yerini tutmaz. Marifet bilgidir; ancak yaşanılan, his ve duygu ile sezilen irfani bilgi ve tanımayı ifade eder. İlim, daha geniş bir alanı, nazar ve istidlal yoluyla öğrenilerek elde edilen her türlü bilgiyi kapsar. Hikmet, varlık ve olaylarla ilgili olarak insana huzur ve mutluluk veren, deruni bir seziş ve idrakin adıdır. Hikmet olayların arka planını kavramak için sebepler üzerine kafa yormak, eşya ve olayları gönül gözüyle yorumlamaktır.” Kamil Yılmaz Hoca’nında belirttiği üzere nihai aşama olan Hikmet ile olayların arka planını yani batıni -melekût- tarafına da ulaşılarak akıl, kalp ve ruh aşaması tamamlanacaktır. “Gönlü hikmetle yoğrulmadığı için irfâna ulaşamayan bir insan, ilim ve dünya mevkîlerinde ne kadar yüksek bir mertebede olursa olsun, yine de eksiktir. Zîrâ ilmin asıl kıymeti, kişiye sağladığı kalbî olgunluk ve ahlâkî mükemmellikle ölçülür.” Osman Nuri Topbaş Hoca’nın ifadesine göre akıl sadece bir bilgi yığını olarak kalmamalıdır. Aklın kıymeti İlimden İrfana yani kalbi olgunluğa buradan da ruha yani hikmete ulaşılınca Hakikat ortaya çıkacak ve insan taklidi değil tahkiki bir imanı elde etmiş olacaktır. Yusuf Kaplan Hoca’nın geliştirdiği İlim, İrfan ve Hikmet kavramları ile Bilme, Bulma ve Olma yolculuğu, Hakikat Ruhunun kendisidir. Bu Ruha ulaşanlar Allah’ın rızası dışında hiçbir gayeyi düstur etmeyeceğinden Batının manevi ve maddi sömürüsüne karşı mücadelede (Allah’ın izni ile) başarı kaçınılmaz olacaktır. Bu yıkılmaya yüz tutan ruh ile yeni den hayat bulup, dirilişe geçerek “Hakikat Medeniyeti” nin inşaası kaçınılmaz olacaktır.3.3.2. Hakikat Ruhu ile Medeniyet İnşaa Etmek
İlim-İrfan-Hikmet ile Hakikate eren, erenler; mütereddi Batı’nın galiz düsturları ile akan selin yönünü, hakikata çevirdikten sonra tüm insanlığı kucaklayan İslam ruhundan meydana gelen medeniyet inşaa edebileceklerdir. Erenler, İslam’daki inhitat ve tereddiye dur diyeceklerdir. İlim, İrfan, Hikmet sürecinde meydana gelen ruh ile Allah’ın iradesine ve tasarrufuna teslim olunacak fakat beşerin iradesine karşı hür olunacaktır. Yusuf Kaplan Hoca’nın geliştirmiş olduğu “Üç Z” formülasyonu bağlamında Hakikata ulaşan Müslümanda “Zihin, Zemin ve Zaman çökmesi” olmayacaktır. Dolayısı ile “Müslüman Zihni, Müslümanca Yaşama Zemini ve Müslüman Zamanı” inşaa sürecinde bir zihniyet dönüşümü yaşanacaktır. İlim, İrfan ve Hikmet yolculuğunda, yine Yusuf Kaplan Hoca’nın geliştirmiş olduğu “Üç D” formülasyonu; “1. Dar’ül-İslam: İslam Yurdu. 2. Darü’s-Selam: Selam Yurdu. 3.Dar’ül-İnsan: İnsanlık Yurdu.” Müslümanın, evrensel düşünmesinin ve dünyada medeniyeti inşaa etmesinin gerekli olduğunu göstermektedir. “Ribat, kişinin Rab’biyle (CC) “doğrudan” bağ kurmasıdır. Kişinin yönünü Rabbine çevirmesi, Hakk’a teslim olması, Rububiyet Ribatı ve aynı zamanda İslam Sürecidir. İrtibat, kişinin Rab’bine (CC) karşı sorumluluklarını yapması Ribat ile kurulan bağ’ı, kuvvetlendirmesidir. Diğer bir ifade ile Ubudiyet irtibatı, kişinin hakikatle temizlenmesi, bütün tabuları ve putları yıkmasını, Hakk’ın çağrısının hakikat çağını kurmasını mümkün kılan İman Sürecidir. Rabıta, hakikatın ortaya çıkması kişinin hilâfet yükümlülüğünü yerine getirmesiyle kemâle erebilir. Hilâfet râbıtası ise, “kişi”nin mâverâya ulaşmasına, hakikat sarayını kurmasına, çağrının çağlayana dönüşmesine imkân tanıyan İhsan sürecidir.” Yusuf Kaplan Hocanın bu ifadesi ile vurgulamış olduğu İslam Süreci, İman Süreci ve İhsan Süreci, Medeniyet inşasının vazgeçilmez aşamalarıdır. Bu süreçler, insanın modernite ile mücadelesinde dik durmasını sağlayacaktır. İlim, İrfan ve Hikmet anlayışının Hakikat Ruhu semada İslam’ın nuru olarak parlayacak, o gün modernite ve post-modernitenin hurafeleri yıkılacaktır. İşte bunu tam olarak benimseyerek anlayan ve tahkiki imana sahip olan Hakikat Erleri Batı’nın sömürü düzenine meydan okuyabilecektir. “İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre, hâdisâtın tazyikatından kurtulabilir.” Bediüzzaman’ın bu sözünden de anlaşılacağı gibi Hikmete\Ruha ulaşarak tahkiki imanı elde eden bir kişi İnsanlığın yükünü omuzunda taşıyabilecek ve İslam’a yapılan saldırılarda İslam’ı rahatlıkla savunacak hakikattan taviz vermeyecektir. Bunu yapabilecek olanlar ancak ve ancak müminlerin içinden çıkacak olan Hakikat Erleri olacaktır. İlim, İrfan ve Hikmet (Bilme, Olma, Bulma) yolculuğunu tahkiki imanı elde etme yolculuğu şeklinde de değerlendirilebiliriz. Bu yolculukta hakiki nuru ve hakiki huzuru barındıran medeniyet inşaa edilebilecektir. Tahkiki imanı elde eden huzura kavuşarak huzur dolu bir medeniyet inşaa edebilecektir. İşte bu inşaa edilen medeniyet evrensel olarak İnsanlığın Medeniyeti, İslam Medeniyeti yeni bir ifade ile Hakikat Medeniyeti olacak ve bu medeniyet Batı’nın gayri-ahlaki, karanlık, sömürü medeniyetine galebe çalacaktır. “İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saaadet-i dareyni iktiza eder” Bediüzzaman’ın bu sözünü aşağıdaki detaylandıracak olursak; İlim-İrfan-Hikmet ile Hakikat Ruhu kazanarak Vahdeti ve Tevhidi bulan; • İmanın lezzetine ve tadına ulaşır, • Hakiki hürriyet olan teslimiyetin farkına varır, • Tevekküle ulaşır, • Takvaya kavuşur, İnsan-ı Kamil olur ve Hikmet-Hakikat ile dolu Ruhu olan Hakikat Medeniyetini İnşaa eder. Esasında karanlık bir çağ veya karartma çağı olan Aydınlanma çağının günümüzdeki olumsuz etkilerine karşı, İlim, İrfan, Hikmet ile Hakikati bulan Medeniyet Tasavvuru Yolcuları İslam’ın zafer elde etmesinde Sezai Karakoç’un ifade etmiş olduğu Diriliş Erleri olacaklardır. “Her çağda, şartlar ne kadar ağır ve umutsuz olursa olsun inananlar için bir Nuh'un Gemisi vardır.” Sezai Karakoç’un yukarıdaki sözünden esinlenerek Kur’an ve Sünnet çerçevesinde olan İlim, İrfan ve Hikmet yolculuğunu Nuh’un Gemisi olarak görebiliriz. فَسَوْفَ يَاْتِى اللهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ اَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ اَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِى سَبِيلِ اللهِ "Allah öyle bir topluluk getirecektir ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı sever. Onlar mü'minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı izzet sahibidirler ve Allah yolunda cihad ederler." Kur’an ve Sünnet dairesinde, İlim, İrfan, Hikmet yolunda Tahkiki İmanı kazanan talebeler, yukarıdaki Maide Suresi’nde geçen kâfirlere karşı cihad yolcularıdırlar. İşte bu talebeler Fenafillah seviyesine ulaşarak yukarıdaki âyete güzel bir mâsadak olabileceklerdir. Hikmet Ruhu, Hakikat Ruhu ve Tahkiki İman şuuru silahı ile yapılan bir cihad olacaktır. Bu cihad, fikir, kalem ve düşünce ile yapılarak bir neslin yetişmesini sağlayacaktır. İslam’a karşı yapılan oyunların bozulması için yapılan bu mücadelenin kudsiyetini aşağıdaki Hadis-i Şerif belirtmektedir; “Bid’aların ve dalaletlerin istilası zamanında Sünnet-i Seniyye ’ye ve Hakikat-ı Kura’aniyeye temessük edip hizmet eden, yüz şehid sevabını kazanabilir.” İlim-İrfan-Hikmet sürecinde inşaa edilecek olan Hakikat Medeniyetinin Nokta-i İstinadı olan esasları aşağıdaki şekilde özetlenebilir: • Rızayı İlahi, Esas olan Hüda’dır. • İttihad ve Tevhid Ruhu • Rabıtayı İslam-Vatan-Devlet-Millet • Kuvvete Bedel Hak ve Adalet • Meşru Hürriyet, • Fazilet ve Ahlak • Muhabbet ve Tesanüd • Cidal yerine Teavün, • Tekebbür yerine Tevazu,Sonuç
İlim, İrfan, Hikmet ve İslam, İman, İhsan sürecinin kâinatta yeşermesi kaçınılmazdır. Çünkü Batı’nın modernite ve post-modernite projesi tüm dünyada dini, erdemi ve ahlakı bitme noktasına getirmiştir. İnsanoğlu herkesi kucaklayacak erdemli ve hakikate sahip olan anlayışı beklemektedir. Batı’nın dayattığı ‘Kendi Nefsinin Kölesi’ olma anlayışı yıkılmayı beklemektedir. Hülasa, Aydınlanma çağının karanlık ve karartıcı etkilerini, Tanzimat’tan günümüze adına inkılap denen düzenlemelerin olumsuz etkilerini, • Kur’an ve Sünnet’i kendine rehber eden, • Asrı-saadeti âleminde yaşayan, • Tahkiki imanı olan, İlim, İrfan, Hikmet yolcuları, kaldıracaktır. Bu yolcuların hususi âlemlerindeki kucaklayıcı İlahi Nur, zaman içerisinde tüm insanlığa yayılacaktır. Bu İlahi Nur’un Ruhuna sahip olan yolcular, İslam’a bayraktarlık yapan ecdatları gibi çağımızda da insanlığı kucaklayacaklardır. Bu yolcular tüm medeniyetleri kucaklayan Hakikat Medeniyetini inşaa edeceklerdir. Nizamülmülk’ ün medresesi çağımızda yeniden doğacak ve Osmanlı’yı yıkan tabular yıkılacaktır. Bu nesilden yeni Gazaliler ve Muhiddin İbni Arabiler çıkacaktır. Gözler gönüller Hz. İbrahim'e hasret. Sezai Karakoç’un dediği gibi; “Ekonomi putları, politika putları, devrim ve ideoloji, müzik, spor, sinema putları. İrili ufaklı putlarıyla Batı ve Doğu, Hz. İbrahim'in, hakikatin şimşeği olan baltasına muhtaç. Adeta onu bekliyor.” Bedeni duran ama ruhunu kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kalan Gazali’nin, İmam-ı Rabbani’nin, Nizamülmülk’ün, Melikşah’ın, Ahmet Yesevi’nin, Şeyh Edebali’nin torunlarının tekrardan dirilmesi kaçınılmaz olmuş, bu Diriliş, İlim, İrfan, Hikmet ve İslam, İman ve İhsan süreçleri ile vücud bulacaktır. Hz. İbrahim'in, hakikatin şimşeğinin baltası, Batı’nın kan döken, kanla beslenen (özellikle Müslüman kanı) sömürü düzenini ortadan kaldıracaktır. Bilinçli ve tahkiki imanı elde eden nesil (İlim-İrfan Hikmet Yolcuları) İslam’ın Nurunu \ Ruhunu söndürmeye çalışanların yüzüne Hakikat Şua’sını Osmanlı tokatı olarak çarpacaklardır. Bu nesil, İslam’ın ve Hakikatın Ruhu ile sefih medeniyetin teşvik ettiği sefaheti yıkacak İslam’i olan ulvi hisleri hâkim kılacaktır. İlim (Bilim) – İrfan (Bulma) – Hikmet (Olma) yolculuğunda Müslümanca düşünebilen, Müslümanca yaşayabilen, Müslümanca hareket edebilen ve tüm insanlığı kucaklayan bir Diriliş Ruhu, Hikmet Ruhu ikinci Medeniyet krizine son verebilecektir. Hikmet Ruhuna sahip olanlar ellerindeki Hak (Kur’an) ve Lisan-ı Hallerindeki Hakikat (Sünnet-i Seniyye) ile İslam’ın sekülerleşmesinin önüne geçerek, yeni bir Ruh ile Allah (C.C)’ın Rahmet’ini celb edecek düzen inşaa edeceklerdir. Kendi özümüzü bulmak, kendimiz olmak, kendi öz kaynağımıza dönmek, İslam’a nüfus edebilmek ve İslam’ı yaşamın her aşamasında uygulamak için Hikmet dolayısıyla Hakikat olmazsa olmazdır. Külli olan İslam’ın, hayatın her aşamasında olmasının gerekliliği insanlığı kucaklayarak aktarılacaktır. İnşaa edilen medeniyet, İslam’ın İnsanlığın umumi menfaati olduğunu, beşerin hem mülk hem de meleküt âleminde göstererek, yeryüzünde İslam’ın Hakikat Livasını dalgalandıracaktır. İslam, kaybetmiş olduğu Gök Kubbesini Hakikat Medeniyeti ile yeniden inşaa edecektir.Kaynakça
Aliya Izzetbegoviç, Doğu Batı Arasında İslam, Yarın Yayınları, İstanbul 2011. “Ayten Sezer, Osmanlı Döneminde Misyonerlik Faaliyetleri, http://www.ait.hacettepe.edu.tr/akademik/arsiv/misy.htm” Bediüzzaman Said Nursi, “Lemalar”, Envar Neşriyat, İstanbul 2005. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Envar Neşriyat, İstanbul, 2005. Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Envar Neşriyat, İstanbul, 2005. Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, Envar Neşriyat, İstanbul 2006. Cemil Meriç, Bu Ülke, İletişim Yayınları, İstanbul 2005. H. Kamil Yılmaz, İlim, Marifet ve Hikmet İlişkisi, Diyanet İşleri Başk. Dini Yay. Genel Müd. https://www2.diyanet.gov.tr/DiniYay%C4%B1nlarGenelMudurlugu/Sayfalar/DergidenSecmelerDetay.aspx?rid=+46 Necip Fazıl Kısakürek, İdeolocya Örgüsü, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 2017. Osman Nuri Topbaş, İlim, Hikmet ve İrfan arasında Nasıl Bir İrtibat Bulunmaktadır, Genç Dergisi, Şubat 2009,Sayı:29,https://www.osmannuritopbas.com/ilim-hikmet-ve-irfan-arasinda-nasil-bir-irtibat-bulunmaktadir.html Rasim Özdenören, Müslüman Düşünce Üzerine Denemeler, İz Yayıncılık, İstanbul 2002. Roger Garaudy, “İnsanlığın Medeniyet Destanı”, Timaş Yayınları, İstanbul 2018. Roger Garaudy, “İslam’ın Vadettikleri”, Pınar Yayınları, İstanbul 1995. Sezai Karakoç, İnsanlığın Dirilişi, Diriliş Yayınları, İstanbul 2020. Sezai Karakoç, Diriliş Neslinin Amentüsü, Diriliş Yayınları, İstanbul 2020. Sezai Karakoç, Yitik Cennet, Diriliş Yayınları, İstanbul 2016. Yusuf Kaplan, Sekülarizm Dini; Modern Paganizmin Zaferi, 20.11.2020, https://www.gzt.com/gercek-hayat/sekularizm-dn-modern-paganizmin-zaferi-3563377 Yusuf Kaplan, https://www.yenisafak.com/yazarlar/yusufkaplan/mahserin-uc-atlisi-kurucu-meliksah-uygulayici-nizamulmulk-temelleri-koyucu-gazl-2056091 Yusuf Kaplan Hakikat Yolculuğunun Yol Haritası: Ribat, İrtibat, Rabıta, Yeni Şafak Gazetesi,02.10.2020. https://www.yenisafak.com/yazarlar/yusufkaplan/hakikat-yolculugunun-yol-haritasi-ribat-irtibat-rbita-2056390Beğen, Paylaş ve Yorum Yap
Diğer sosyal mecralarda da paylaşmayı sakın unutma :)
...
Bu Yazının Yorumları
Son Eklenenler
Son Yorumlar
Emre Bağce- 1 hafta önce
Teşekkür ederim Mustafa Bey, selamlar 2028 Cumhurbaşkanı Seçimleri iç...
Mustafa Atagün- 1 hafta önce
Paylaştıklarınızın tümüne katılıyorum.... 2028 Cumhurbaşkanı Seçimleri iç...
Emre Bağce- 2 hafta önce
Teşekkür ederim Barış Bey, var olun. Haklısınız. Um... 2028 Cumhurbaşkanı Seçimleri iç...